İmmünolog Dr. Tetyana Obukhanych ile Söyleşi – 2. Bölüm

 

Dr. Obukhanych’in tutkusu kendini ve başkalarını bağışıklık konusunda eğitmek. Bunun için Tetyana’nın uyguladığı yöntemlerden biri de Kaliforniya, Menlo Park’ta ebeveynlere aşılar konusundaki kararlarını bilgiye dayanarak vermelerine yardımcı olmak için verdiği küçük, birebir ders şeklindeki eğitimler (http://naturalimmunity.blogspot.com).

Bu eğitimlerde aşıların hastalıkları a) önleyip önlemediği; hangi durumlarda önlediği hangi durumlarda önlemediği, b) pekçok kişi tarafından da tartışılan “aşının zararları” konusu; özellikle de çoğu aşıda adjuvan olarak kullanılan bir nörotoksin, alüminyumun sensitizasyon yolu ile çocuklarda alerji gelişimini tetikleyici etkisi, c) aşı dizaynının prensipleri ve kusurlu yanları, d) doğal bağışıklıklanma ile ilgili bilimsel bilgi açığı (ki bu söyleşinin önemli bir bölümünü oluşturuyor), e) hastalanma eğilimini azaltmada beslenmenin önemi gibi konular işleniyor.

 

Dr. O:Aşıların zararlarına değineceğimi söylemiştim. Bu noktada konuya giriş yapalım.

Aşılanacak kişilerin aşıdan zarar görme potansiyeli haklı bir endişedir. Aşı sonrası istenmeyen etkilerin toplandığı veritabanı sistemleri (ABD’deki VAERS ve diğer ülkelerdeki benzer sistemler gibi) aşı uygulamasından sonraki kısa bir zaman aralığı içinde oluşmuş komplikasyon bildirimleriyle doludur. Sözkonusu istenmeyen etkiler enjeksiyon yerinde enflamasyon veya ateş gibi görünürde basit fakat sıklıkla karşılaşılan durumlardan, alerjik reaksiyonlar veya Guillain-Barré sendromu gibi nadir görülmekle birlikte daha ağır veya geriçevrilemez reaksiyonlara ve hatta daha da ender olmakla birlikte ölümle sonuçlanan olgulara kadar çok geniş bir yelpazededir.

Peki halk sağlığı yetkililerinin vatandaşların aşı güvenliği ile ilgili endişelerine genel yaklaşımı nasıl? Aşı tahribatının saptandığı olgu sunumlarından yola çıkılarak yapılması öngörülen ancak bir türlü sözkonusı aşı ile yol açtığından şüphenilen sorun arasında istatistiksel ilişki bulunamadığı iddiasındaki bilimsel yayınları halkın önüne sunar yetkililer.

Belirli bir aşı ve istenmeyen etki arasında ilişki olup olmadığına bakan tipik bir istatistiksel çalışmayla ancak şu sorunun yanıtı alınabilir: eldeki genel popülasyondan rastgele seçilmiş az sayıda kişiden oluşan gruba bakarak aşıyla istenmeyen etki arasında ilişki bulabildik mi? Alınacak yanıt, tahmin edilebileceği üzere şudur: istatistiksel açıdan önem arzeden bir ilişki bulunamamıştır. Ancak bu, yanlış soruya verilmiş doğru cevap olmanın ötesine geçmez.

Yanıtı aranacak soru şu olmalı: aşı sonrası istenmeyen etki yaşamış kişiyle (genetik yapı, beslenme düzeyi, metabolik, immünilojik vb açılardan) benzer bir grup insanda ilişki saptanabilecek mi?

Bu tarz bir çalışmanın yürütülmesi oldukça pahalıya mal olmakta, devlet veya aşı satışıyla elde ettikleri servete rağmen aşılar konusunda farklı ajandası olan kaynaklar tarafından fonlanmamaktadır. Bu yüzden de asıl olması gereken bu tip çalışmalar yapılmamaktadır.

 

CJF: Toplumun aşı güvenliği ile ilgili endişe yaratan konularda yürütülen yanlış tipte bilimsel çalışmalara dayanılarak yönlendirilmesi ne gibi sonuçlar doğurabilir?

 

Dr. O: Sonuç şudur; bir yandan “kanıt yetersizliği” gösteren bu çalışmalar konuyla ilgili farklı düşünenleri susturmada yanlış bir şekilde koz olarak kullanılırken, diğer yandan aşıya bağlı gelişen rahatsızlıkların önemli moderatörlerinin (yani predispozan faktörlerin) ne olduğu zamanında ortaya çıkarılamadığından popülasyonun zarar görmeye müsait bir bölümü gereksiz şekilde aşılardan zarar görmeye devam ediyor.

Aşıya bağlı rahatsızlıklarla ilgili halihazırda yürütülen araştırmaların durumu buyken ben şunu tekrar ve tekrar söylüyorum: kanıt bulunamamış olması, sözkonusu hasara ilişkin aşıyla bağlantı olmadığı anlamına gelmez.

Diyelim Düzen, o ana kadar yapılmış bildirim sıklığını baz alarak size aşıdan sonra belirli bir sendromu geliştirme ihtimalinizin milyonda bir olduğunu söylüyor. Eğer bu verilen istatistiği anlıyorsanız, o zaman trafik kazası geçirme, yıldırım çarpması veya piyangodan büyük ikramiye kazanma ihtimalinizin bundan daha yüksek olduğunu da anlarsınız diyor.

Ancak sistemin size burada söylemediği şey şu; sırf istatistik değil de biyolojiden de anlıyorsanız, o zaman sahip olabileceğiniz veya olmayacağınız predispozan faktörlere (kaldı ki bu faktörlerin ne olduğunu ortaya çıkaracak bilimsel çalışma yapılmadığından bunların ne olduğunu size söyleyemiyorlar bile) bağlı olarak aşı sonrası belirli bir rahatsızlığı geçirme riskiniz sıfıra da inebilir yüzde 100’e de çıkabilir.

Şu an itibariyle bilim kimin hangi aşıdan ağır şekilde zarar görüp kimin görmeyeceğini hiçbir şekilde bilmiyor. Bu konuda hiçbir garanti verilemez. Aşılanıyorsanız her türlü riski göze aldığınızı kabul ediyorsunuz demektir.

 

CJF: Bebeklere vurulan pekçok aşıda mevcut alüminyumun kan-beyin-bariyerini aştığı ve merkezi sinir sistemi üzerinde toksik etkisi olduğu yönündeki suçlamalarla ilgili bize bilgi verebilir misiniz?

 

Dr. O: Sizi nörobilimci Dr. Chris Shaw ve çalışma arkadaşlarının çalışmalarına yönlendirebilirim; çalışmaları alüminyumun nörotoksik etkileri ile ilgili endişeleri teyit eder nitelikte . Bu konu doğrudan immünolojinin alanında olmadığından uzman görüşü sunamam.

İtiraf etmeliyim ki immünoloji oldukça kompartmantalize olmuş bir bilim dalı. Şahsen ben “temel” immünoloji dediğimiz alana mensubum. Temel İmmünoloji, hayvanlar üzerinde yapılan deneylere dayanarak immün sistemin vücuda enjeksiyon yoluyla verilmiş yabancı antijenlerle karşılaşması durumunda nasıl çalıştığına dair teorik bilgi sağlar. Ana ilgi alanı ve uzmanlığımız yapay bağışıklık yanıtı ve antikor üretiminin hücresel ve moleküler mekanizmalarını anlamakla sınırlı. Hepsi bu. İmmünologların bu konuda söyleyebilecekleri tek şey, alüminyum tuzlarının bağışıklık sistemini kandırarak antikor üretmesini sağlamak amacıyla birtakım aşılara adjuvan olarak katıldığından ibarettir. Alüminyumdan “beklenilen” etki budur ve immünologları bunun dışında bir şey ilgilendirmez.

İmmünologlar alüminyumun nörotoksisitesini “bizmez”, çünkühayvanda (vaya insanda) genel olarak oluşacak etkinin ne olduğunu, diğer sistemlerin, özellikle de beynin immünizasyon veya özel olarak alüminyumdan nasıl etkilendiğini araştırmak için gerekli metodolojik donanımları yoktur. Bu diğer dalların uzmanlık alanıdır. Acı ama bilimde kompartmantalizasyonun gerçeği budur.

 

CJF: Aşılarda kullanılan adjuvanlar bağışıklık sistemini nasıl oyuna getiriyor? Bu bilimsel hokkabazlığın sonuçları nedir?

 

DR. O: Aluminyumun adjuvan (güçlendirici) etkisi, 1920’lerden beri kullanımda olmasına rağmen ancak son 5-10 yıldır derinlemesine araştırılıyor. Görüldüğü kadarıyla alüminyumun adjuvan etkisi hücre öldürme kabiliyetine, yani “sitotoksik” özelliğine dayanmakta. Hücreye verilen bu tahribattan dolayı hücredışı alana DNA ve ürik asit gibi hücre içi maddelerin çıkışı sağlanır ki immün sistem hücreleri bu maddelere karşı harekete geçebilsin. Yaratılan hücre tahribatını bağışıklık sistemi algılar ve daha sonra da bu tahribat bağlamında ortaya çıkmış “yabancı” proteine karşı immün yanıt başlatır. Alüminyum ve yarattığı tahribat olmadan immün sistem enjekte edilmiş yabancı proteini zararlı olarak algılamayacak ve buna karşı antikor üretmeyecektir. Ancak tabii aşılama salt antikor üretimi sağlamak için yapıldığından, alüminyum her ne şekilde bunu sağlıyor olursa olsun mübah sayılmakta.

 

CJF: Doktor hanım, bu nasıl bir sahtekarlık, ne büyük bir rezalettir!

 

DR. O: Diğer adjuvanların çalışma mekanizması hakkında güncel bilgiye sahip değilim. Deney hayvanlarında kullandığımız yağ bazlı adjuvanların çoğunun, aşırı enflamatuvar tepkiye yol açtığı için insanlarda kullanımı yasak. Ancak insanlarda kullanıma girecek yeni adjuvanların yolda olduğuna eminim ve illaantikor üretimi sağlayacağız diye kullanıma alınacak bu yeni adjuvanların yan etkilerinin ne olduğunu da bekleyip göreceğiz.

 

CJF: Bize antikorlar ve immünolojinin neden antikor üretimi sağlıyor diye aşılara sözde koruyucu etkinlik etiketi yapıştırdığını basit bir şekilde anlatabilir misiniz?

 

Dr. O:Antikor konsepti difteri ve tetanoz gibi toksinler üzerinde yapılan araştırmalardan çıkmıştır. İlk başta antikorlara ‘anti-toksin’ deniyordu; vücuduna toksin enjekte edilmiş deney hayvanlarının kanında ortaya çıkarak sözkonusu toksinlerin patolojik etkilerini nötralize eden esrarengiz birtakım entitelerdi bunlar.

Dr. Thomas Levy’nin, “Curing the Incurable” adlı kitabında geçen klinik araştırmaya göre askorbik asidin [C vitamini] “anti-toksin” tanımıyla örtüştüğünü de belirtmek isterim, zira damardan [entravenöz şekilde] büyük dozlarda verildiği takdirde çoğu toksine bağlı hastalığın yanısıra enfeksiyonel hastalıklarda da belirtileri durdurduğu bilinmektedir.

Ancak anti-toksinler üzerinde immünolojik araştırma oldukça dar bir yola girmiş ve anti-toksik kabiliyetin yalnızca bugün antikor dediğimiz belirli bir immünoglobülin sınıfıyla sınırlı olduğu görüşüne yol açmıştır.

İmmünologlar daha sonra bu “antikorlar”ın salt toksinlere karşı değil, aynı zamanda immün sisteme belirli bir şekilde sunulacak hemen her tür maddeye karşı da oluşturulabileceğini fark ettiler. Bu tarz“immünojenite” (antikor üretimi sağlama kabiliyeti) yaratma koşullarından bazıları şunlar:

  1. verilen madde vücuda yabancı (“non-self” kaynaklı) olacak.
  2. bu maddeye bir “tehlike” sinyali eşlik edecek; bu çoğu kez adjuvan dediğimiz iritasyon oluşturucu veya hücre tahribatı sağlayan bir madde veyahut da bakteriyel ya da viral kaynaklı patojen ilintili moleküllerle sağlanmakta.

İmmünoloji bilimi daha sonra kendini antikor üretimi sürecininin inanılmaz derecede ince ayrıntılarını keşfetmeye adamıştır ki immünolog olmayanların bu detayları bilmesine gerek bile yok. Gelin görün ki temel immünoloji araştırmalarında 20. yüzyılın büyük kısmı bu detayların araştırılmasına adanmıış, çok sayıda Nobel Ödülü ile de mükafatlandırılıp teşvik edilmiştir.Bu da antikorların önemini pekiştirici etmen olmuş ve immünolojide antikor merkezli paradigmayı yaratmıştır.

Söylemeye bile gerek yok, aşıların tek amacı, antikor merkezli koruma paradigmasına uygun şekilde mikroorganizma ve toksinleri birbirine bağlayacak antikor oluşumunu sağlamak. Ancak gerekli şekilde aşılanmış bireylerde hastalık oluşumunu ortaya koyan pekçok rapor ile aynı şekilde aşılı ve yapılan sayımda kanında yüksek antikor titeri saptanmış bireylerde de hastalık görülmesi bu antikor merkezli paradigmanın büyük bir dikkatle yeniden gözden geçirilmesi gerektiği inancımı pekiştiriyor.

 

CJF: Değerlendirmenize aynen katılıyorum doktor hanım ve bu gözden geçirme ne kadar erken yapılırsa o kadar iyi olur.

Peki, pertussis (boğmaca) bir virüs değil de bakteri olduğuna göre bu aşı paradigmasındaki yeri nedir? Çoğu aşı virüsler için formüle edilmiyor mu?

 

Dr. O: Ah, böylesi küçük ayrıntılara takılmayın lütfen. Ben size istediğiniz şeyin aşısını yapabilirim; yerfıstığına karşı mı aşı istiyorsunuz, hemen yaparız.

Şaka bir yana, “aşı” kelimesi (“vaccine”) Latince “cowpox” [ineklerde çiçek hastalığı] anlamına gelen “vaccinia” kelimesinden gelir ve orijinal olarak yalnızca sağlıklı bir bireyin, cowpox kapmış bir bireyden alınan cerahatle inokulasyonu [transplantasyonu] için kullanılmaktaydı. Daha sonra bu terim, karşılık gelen mikroorganizma veya toksinlere karşı antikor üretmek için zayıflatılmış virüs veya adjuvanla desteklenmiş viral veya bakteriyel protein ya da toksoidlerin enjeksiyonunu belirtmek için kullanılmaya başlandı. Pertussis (boğmaca) aşısı da bu tanıma girer, zira adjuvanla karıştırılmış pertussis toksini ve bir iki diğer bakteriyel proteinden oluşmaktadır.

Yaşadığımız modern çağda aşı kelimesinin kullanım alanı daha da genişlemiştir. Artık aşı, “her derde deva ilaç” [“panacea”] anlamında kullanılıyor. İmmünologlar bugün kanser, otoimmünite veya alerjiye karşı aşılama stratejileri uyduruyor. Biri tutup da yarın öbür gün Alzheimer’s hastalığı ve hatta otizme karşı da aşı geliştirmeye kalkarsa hiç şaşmam.

 

İkinci bölüm sonu.