Aşılanma Bağışıklanma Demek Değildir – İmmünolog Dr. Tetyana Obukhanych ile Söyleşi – 3. Bölüm

Aşılanma Bağışıklanma Demek Değildir – İmmünolog Dr. Tetyana Obukhanych ile Söyleşi – 3. Bölüm

CJF: Vaccine Illusion kitabı Tetyana’nın San Francisco Sahil Kesimi dışında kalan ailelere alacakları aşı kararları için derslerindekiyle benzer mesaj ve bilgileri iletebilme yolu. Bunun yanında, modern biyomedikal araştırmaların yapılış şekliyle ilgili ivedilikle yapılması gerekli değişiklikler konusunda da insanları bilinçlendirmeye çabalamakta. Vaccine Illusion kitabını e-kitap olarak edinmek isterseniz Amazon.com’dan Kindle versiyonuna erişebilir veya kitaptan birkaç sayfa okuyup incelemek isterseniz kitabın kendi websitesine uğrayabilirsiniz.(https://sites.google.com/site/vaccineillusion).

Doğal beslenme eğitimi alırken üzerinde en fazla araştırma yaptığımız konu doğumöncesi beslenme ve yenidoğan beslenmesi idi. Sizce tıp bilmi şimdi neden bir bebek için ana antikor kaynağı olan anne sütünü itibarsızlaştırmaya çalışıyor? Sonuçta bebek 9 ayı annesinin karnında, onun iç ekosisteminde geçirmedi mi ve sütünü almaya da tamamen hazır ve istekli değil mi? Çocuğu anne sütünün faydalarından niye mahrum ediyoruz ki?

DR O: Emzirmenin hem beslenme hem de hastalıktan koruma yönünden faydalarını teyit eden pekçok bilimsel çalışma olduğunu biliyorum. Aksi nasıl düşünülebilir ki, memelilerin binlerce yıllık evrim sürecinde anne sütü ve emzirmeyle bugüne gelmişiz.

CJF: İnsan sütünün immünoglobülin [Serumda bulunan antikor özelliğine sahip proteinler (Beş ayrı cins ayırt edilmiştir: IgA, IgG, IgM, IgD, IgE)] açısından zengin olduğu görüşüne katılıyor musunuz? Bunlar yeterli bağışıklanma sağlamıyor mu? Anne sütünde bakteri, virüs ve mantar öldürücü makrofajlar [Büyük fagosit hücresi] var, o zaman immünoloji niye Doğa Ana’nın işine burnunu sokmak istiyor?

DR. O: Bilimde bayanların rolü biraz daha artmış olsa belki Doğa Ana’ya daha fazla saygı duyulurdu. Doğa Ana’nın bizi hastalıktan nasıl koruduğunu çalışır, işler ters gittiğinde bu süreci desteklemeye, takviye etmeye çalışırdık. Oysa biz, son derece kısa dönemli ve kısıtlı fayda sağlayan kendi icadımız suni birtakım uygulamalarla bu doğal prosesi tamamen bir kenara itiyor, çiğneyip geçiyoruz ve bu uğurda uzun dönemde oluşacak zararları hesaba katmıyoruz.

CJF: Çok iyi ifade ettiniz doktor hanım.

İmmünoloji alanında yürüttüğünüz araştırmalar esnasında bugün genelin haberdar olmadığı ancak açığa çıkması gerek diye düşündüğünüz bir keşfiniz oldu mu? Bu konuda bize ne gibi açıklamalarda bulunabilirsiniz?

Dr. O: Bilmin kendisi bir yana, bilimsel araştırmaların sunuluş biçimini hangi güçlerin belirlediğini “keşfettim”.

İmmünologlar da dahil olmak üzere günümüzün tipik biliminsanının kariyeri, kısa dönem araştırma fonu alabilmek için kariyerinin hemen başında kendini ispat edecek bir başarıya imza atması; fon alımının garantilenmesi için ilk başarının hemen ardından ardı ardına bilimsel yayın çıkarmak yoluyla kendini ispatın devamı şeklinde sürüp giden bir döngüdür. Sırf yayın çıkarmış olmak için fon peşinde koşma ve daha fazla fon alabilmek uğruna çıkarılmış yayınlar. Bu oyunun şartı başarı göstermen, zira sadece başarıya mükafat var. Ancak insanların başarılı gözükmek için bu denli yüksek baskı altında olması yanlış birtakım güdülerle hareket edilmesine yol açabiliyor.

Üzerlerindeki bu baskı biliminsanlarını oldukça zor durumda bırakabilir: ya elde ettikleri verilerin ortaya koyduğu gerçekler, çalışmanın yayınlanmasını sağlayacak pek öyle ahım şahım sonuçlar vermediyse (zira yayına ancak başarı öyküleri kabul edilir), ve bilim camiasında kalabilmeleri, laboratuvarlarını koruyabilmelerinin olmazsa olmazı, bir sonraki hibe alımını tehlikeye atıyorsa? Başarısız bulguları hakkındaki tüm gerçeği gözler önüne serip hem kendi kariyerlerini hem de geçimi onların kariyerine bağlı insanların geleceğini tehlikeye atarlar mı?

Kendi çalıştığım laboratuvarlardan birinde şahit olduğum, immün yanıt oluşturmada yeni bir metodun araştırıldığı deneyden örnek vereyim. Sözkonusu metod, yeni aşı geliştirme stratejilerinde kullanılabileceği gizli beklentisiyle prestijli bir immünoloji dergisinde yayınlandı. Ancak gelin görün ki, bu bağışıklama metodunun yapılan deneylerde hayvanları enfeksiyondan korumamış olduğuna dair veriler bilerek çalışma metnine konulmadı. Bu verilerin konulmaması nasıl mazur gösterildi? Açıkçası hiç bir fikrim yok ve açıklama talep edecek pozisyonda da değildim o sırada.

CJF: Ben buna bilim sahteciliği derim. CDC ve FDA ilaç ve ecza sanayisinin araştırmalarını koruyup kollamak yerine neden görevlerini yapıp halkın, tüketicinin hakkını ve sağlığını korumuyor?

Dr. O: Çalışma verilerindeki bu bilinçli eksiklik nasıl ödüllendirildi peki? Üçüncü Dünya Ülkeleri’ne aşı sponsorluğu yapan oldukça tanınmış özel bir vakıf [Bill ve Melinda Gates Vakfı??] tarafından akıl almaz miktarda paralar akıtılarak. Bana söylenen, bu paranın bir kısmının, sözkonusu immünizasyon yönteminin insanlarda kullanılmak üzere yeni bir aşılama stratejisi olarak geliştirilmesine ayrılmış olduğuydu.

Yeterince açık ifade ettim sanırım?

CJF: Bence de.

Günümüz immünologlarının büyük kısmının ve hatta belki de tümünün laboratuvarlarının dışında kalan ve aşılardan zarar görmüş insanlardan oluşan dünyaya gözlerini kapatmalarını, görmemelerini sağlayan şey nedir, nasıl bir gerçeklikleri var immünologların? Ben buna bilimsel araştırmanın “politik” yönü diyorum, katılır mısınız?

DR. O: Okuyuculara immünoloji alanına mensup olmanın nasıl bir duygu olduğunu biraz anlatayım.

Temel imünoloji mensupları, ki ben de uzun süre bu şekildeydim, genel olarak meşgul oldukları dar araştırma alanı dışında kalan hiçbir şeyle ilgili kendilerini eğitmezler; aşıların işe yaramadığı durumları belgeleyen bir dünya epidemiyolojik araştırmayı bile okumazlar. İmmünologlar aşıların hastalıktan korumama gibi bir ihtimali olduğunu bile “bilmez”. Ya da belki de kollektif mesleki gururları, bütün bir yaşamlarını adadıkları araştırma çalışmalarının kutsal meyvesi, aşılamanın, doğal bağışıklanmayla karşılaştırıldığında ne denli eksik ve kusurlu kaldığını görmelerine engel oluyordur.

Aşılamayla ilgili toplumsal veya kişisel endişeleri dile getirmek tabudur. Bu konuları herhangi bir şekilde ele almaya çalışmak; aşı güvenliği, etkinliği veya gerekliliğine dair yapılmış bilimsel çalışmaların yetersizliği ve kusurları ile ilgili en ufak bir imada bile bulunmak meslekdaşlarınızın öfke ve gazabına uğramanız için yeterlidir. ‘Aşılar zararsızdır ve hastalıklardan korur’ ve ‘aşılar hayat kurtarır’ mantrası hiçbir şekilde üzerine ikinci bir kez düşünülme gereği duyulmadan kabul edilmiş, dini inanışın da ötesine taşınmıştır.

CJF: O halde aşıları sorgulamaya kalkmak demek, bilim dininde affedilmez günahı işlemek demek olsa gerek.

DR. O: Yani, bir yandan temel immünologlar kullanılan araç gerece bağlı hata payı yüksek teorileriyle kendilerini meşgul ederken, bu teorilerinin aşı şeklinde genel insan popülasyonuna verildiğinde açığa çıkarttığı sonuçlara bakma zahmetine bile girmiyorlar. Diğer yandan da epidemiyologlar ve toplum sağlığı görevlileri bu girift immünolojik teori hakkında yeterli bilgiye sahip olmaktan oldukça uzak olduklarından aşıların teorik olarak hesaplanan performansı göstermediğini anlayamıyorlar. Bu durumda n’apıyorlar, işe yaramadığı bariz şekilde ortaya çıkmış aşılar için kısa yoldan takvime ardı ardına yeni rapel doz aşıları ekliyorlar.

İşte bu kompartmantalizasyon ve görüş alanının darlığından kaynaklanan sınırlı perspektif bugün herhangi bir uzmanın çıkıp da aşılar hakkında büyük resmi görmeye çalışmasının ve bu arayışın ortaya çıkaracağı şeylerden dehşete düşmesinin önünde engeldir. Aradıkları takdirde görecekleri şey, aşıların fazilet ve meziyetlerine dair anlatılanlarda tutarsızlık olduğudur. Ancak tabii anaakım bilim dünyasında aşılama konusunu geniş perspektiften incelemek için herhangi bir teşvik sözkonusu olmadığı gibi, aksine, başınızı kuma gömülü tutmanız için muazzam bir baskı var.

CJF: Şaka yapıyor olmalısınız! Duyduklarım inanılır gibi değil, zira biz bilmi güya daha iyi, daha yeni bilimsel gerçeklere ulaşılabilmesi adına fikirlerin açıkça tartışılabildiği bir alan olarak biliyoruz.

Okuyucularımızla paylaşmak istediğiniz özel bir bilgi var mı?

DR. O: Okuyucularla bilim icra etme şeklimizi neden değiştirmemiz gerektiğine dair görüşlerimi paylaşmak istiyorum. Aşı konusunu gerçekten tam manasıyla elimize yüzümüze bulaştırmış durumdayız, fakat ilelebet bu karmaşada kalmamız gerekmiyor. Ancak öncelikle okuyucuların bu karmaşadan bir türlü çıkamayışımızın müsebbibi bilim tarzını sürekli kılan şeyin ne olduğunu anlamasını istiyorum.

Amerika’da bilimadamları Düzen’in kölesinden başka bir şey değildir, sadece kendilerine fon sağlanan konuyu araştırabilirler. Salt araştırma için verilen paradan bahsetmiyoruz, kariyerlerinin ilerleyip ilerlemeyeceği ve alacakları maaş da bu hibelere bağlı, özellikle de kariyerlerinin başında. Bilimadamlarının fon kaynaklarını sağlayan ve en temel geçim kaynaklarını destekleyenlerin ajandasıyla bağdaşmayan konuları araştıramamasına veya kendilerini güvende hissetmemelerine kim şaşırabilir ki?

Biyomedikal araştırmaların büyük çoğunluğuna devlet, ilaç sanayii veya oldukça güçlü ilaç-yanlısı veya aşı yanlısı ajandaya sahip özel vakıflarca fon sağlandığı sır değil. Bu durum biyomedikal araştırmalarda öncelikleri ve odaklanılacak konuları öyle bir şekilde etkiliyor ki tüm güç fon sağlayan kaynakların eline geçiyor, kişilere ise aydınlatılmış rıza prensibi dahilinde kendi kararlarını verebilmeleri için pek az bir imkan kalıyor.

Neden ebeveynlerin aşılarla ilgili çekincelerini sistematik şekilde ve yeterli düzeyde ele alıp yanıtlayacak bir bilme sahip değiliz?

Neden herhangi bir bulaşıcı hastalığın hafif mi yoksa ağır mı seyredeceğini belirleyecek doğal etkenlerin ne olduğunu veya “hastalığa yatkınlık” nedir bunu sistematik ve yeterli düzeyde çalışan bir bilim anlayışımız yok?

Neden doğal bağışıklanmanın ne olduğunu anlamamızı sağlayacak bir bilim yok ortada?

Bu tip bilgiler birey olarak bizlerin işine yaramaz mıydı, istifade etmez miydik?

Biliminsanı olarak ben şahsen hizmet ettiğim topluma doğrudan hesap verme konumunda olmayı tercih ederim ve toplumla biliminsanları arasına devlet/ilaç sanayi’nin ajandaları tarafından konulan filtreler olmadan toplumun bilimsel olarak araştırılabilecek endişelerini/ihtiyaçlarını yanıtlayabilmek/giderebilmek isterim.

Biliminsanları ve toplum arasında bu şekilde doğrudan bir ilişkinin varolabilmesi isteniyorsa, bilimadamlarının maddi olarak şu an olandan farklı bir şekilde desteklenmesi lazım. İlaç sanayii ve devletin gücü ellerinden alacak tarzda bilimsel çalışmaları desteklemesini bekleyemeyiz değil mi? Bilimadamlarının da kendilerine fon ve terfi sağlamayacak araştırmaları ille yapacağım derken ailelerini açlığa terk etmelerini bekleyemeyiz değil mi?

O halde bilginin sağlayacağı gücü Düzen’in eline bırakmayıp kendi elimize almamızı sağlayacak tarzda araştırmaların yapılabilmesi için bilimadamı ve toplum arasında bu doğrudan ilişkiyi kurabilir miyiz?

Amerikan anayasasındaki güçler ayrılığı ilkesi gereğince din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmış olması nasıl bize muazzam bir refah sağladıysa, bir de bilim ve devlet işleri birbirinden ayrılınca neler olabileceğini düşünün.

Herkesi bir anlığına durup bunu nasıl sağlayabileceğimizi düşünmeye davet ediyorum.

CJF: Dr. Obukhanych, doğal bağışıklanmanın ne olduğu ve ilaç sanayii ürünü aşıların bunu değiştirmedeki rolü hakkında bizleri aydınlatttığınız için çok teşekkür ederiz. Keşke sizinle aynı düşüncede ve aynı ahlaki değerlere sahip daha fazla araştırmacı biiminsanımız olsaydı. Tekrardan, tüm yaptıklarınız için size teşekkürlerimizi sunuyoruz.

 

Aşılanma Bağışıklanma Demek Değildir – İmmünolog Dr. Tetyana Obukhanych ile Söyleşi – 2. Bölüm

Aşılanma Bağışıklanma Demek Değildir – İmmünolog Dr. Tetyana Obukhanych ile Söyleşi – 2. Bölüm

İmmünolog Dr. Tetyana Obukhanych ile Söyleşi – 2. Bölüm

 

Dr. Obukhanych’in tutkusu kendini ve başkalarını bağışıklık konusunda eğitmek. Bunun için Tetyana’nın uyguladığı yöntemlerden biri de Kaliforniya, Menlo Park’ta ebeveynlere aşılar konusundaki kararlarını bilgiye dayanarak vermelerine yardımcı olmak için verdiği küçük, birebir ders şeklindeki eğitimler (http://naturalimmunity.blogspot.com).

Bu eğitimlerde aşıların hastalıkları a) önleyip önlemediği; hangi durumlarda önlediği hangi durumlarda önlemediği, b) pekçok kişi tarafından da tartışılan “aşının zararları” konusu; özellikle de çoğu aşıda adjuvan olarak kullanılan bir nörotoksin, alüminyumun sensitizasyon yolu ile çocuklarda alerji gelişimini tetikleyici etkisi, c) aşı dizaynının prensipleri ve kusurlu yanları, d) doğal bağışıklıklanma ile ilgili bilimsel bilgi açığı (ki bu söyleşinin önemli bir bölümünü oluşturuyor), e) hastalanma eğilimini azaltmada beslenmenin önemi gibi konular işleniyor.

 

Dr. O:Aşıların zararlarına değineceğimi söylemiştim. Bu noktada konuya giriş yapalım.

Aşılanacak kişilerin aşıdan zarar görme potansiyeli haklı bir endişedir. Aşı sonrası istenmeyen etkilerin toplandığı veritabanı sistemleri (ABD’deki VAERS ve diğer ülkelerdeki benzer sistemler gibi) aşı uygulamasından sonraki kısa bir zaman aralığı içinde oluşmuş komplikasyon bildirimleriyle doludur. Sözkonusu istenmeyen etkiler enjeksiyon yerinde enflamasyon veya ateş gibi görünürde basit fakat sıklıkla karşılaşılan durumlardan, alerjik reaksiyonlar veya Guillain-Barré sendromu gibi nadir görülmekle birlikte daha ağır veya geriçevrilemez reaksiyonlara ve hatta daha da ender olmakla birlikte ölümle sonuçlanan olgulara kadar çok geniş bir yelpazededir.

Peki halk sağlığı yetkililerinin vatandaşların aşı güvenliği ile ilgili endişelerine genel yaklaşımı nasıl? Aşı tahribatının saptandığı olgu sunumlarından yola çıkılarak yapılması öngörülen ancak bir türlü sözkonusı aşı ile yol açtığından şüphenilen sorun arasında istatistiksel ilişki bulunamadığı iddiasındaki bilimsel yayınları halkın önüne sunar yetkililer.

Belirli bir aşı ve istenmeyen etki arasında ilişki olup olmadığına bakan tipik bir istatistiksel çalışmayla ancak şu sorunun yanıtı alınabilir: eldeki genel popülasyondan rastgele seçilmiş az sayıda kişiden oluşan gruba bakarak aşıyla istenmeyen etki arasında ilişki bulabildik mi? Alınacak yanıt, tahmin edilebileceği üzere şudur: istatistiksel açıdan önem arzeden bir ilişki bulunamamıştır. Ancak bu, yanlış soruya verilmiş doğru cevap olmanın ötesine geçmez.

Yanıtı aranacak soru şu olmalı: aşı sonrası istenmeyen etki yaşamış kişiyle (genetik yapı, beslenme düzeyi, metabolik, immünilojik vb açılardan) benzer bir grup insanda ilişki saptanabilecek mi?

Bu tarz bir çalışmanın yürütülmesi oldukça pahalıya mal olmakta, devlet veya aşı satışıyla elde ettikleri servete rağmen aşılar konusunda farklı ajandası olan kaynaklar tarafından fonlanmamaktadır. Bu yüzden de asıl olması gereken bu tip çalışmalar yapılmamaktadır.

 

CJF: Toplumun aşı güvenliği ile ilgili endişe yaratan konularda yürütülen yanlış tipte bilimsel çalışmalara dayanılarak yönlendirilmesi ne gibi sonuçlar doğurabilir?

 

Dr. O: Sonuç şudur; bir yandan “kanıt yetersizliği” gösteren bu çalışmalar konuyla ilgili farklı düşünenleri susturmada yanlış bir şekilde koz olarak kullanılırken, diğer yandan aşıya bağlı gelişen rahatsızlıkların önemli moderatörlerinin (yani predispozan faktörlerin) ne olduğu zamanında ortaya çıkarılamadığından popülasyonun zarar görmeye müsait bir bölümü gereksiz şekilde aşılardan zarar görmeye devam ediyor.

Aşıya bağlı rahatsızlıklarla ilgili halihazırda yürütülen araştırmaların durumu buyken ben şunu tekrar ve tekrar söylüyorum: kanıt bulunamamış olması, sözkonusu hasara ilişkin aşıyla bağlantı olmadığı anlamına gelmez.

Diyelim Düzen, o ana kadar yapılmış bildirim sıklığını baz alarak size aşıdan sonra belirli bir sendromu geliştirme ihtimalinizin milyonda bir olduğunu söylüyor. Eğer bu verilen istatistiği anlıyorsanız, o zaman trafik kazası geçirme, yıldırım çarpması veya piyangodan büyük ikramiye kazanma ihtimalinizin bundan daha yüksek olduğunu da anlarsınız diyor.

Ancak sistemin size burada söylemediği şey şu; sırf istatistik değil de biyolojiden de anlıyorsanız, o zaman sahip olabileceğiniz veya olmayacağınız predispozan faktörlere (kaldı ki bu faktörlerin ne olduğunu ortaya çıkaracak bilimsel çalışma yapılmadığından bunların ne olduğunu size söyleyemiyorlar bile) bağlı olarak aşı sonrası belirli bir rahatsızlığı geçirme riskiniz sıfıra da inebilir yüzde 100’e de çıkabilir.

Şu an itibariyle bilim kimin hangi aşıdan ağır şekilde zarar görüp kimin görmeyeceğini hiçbir şekilde bilmiyor. Bu konuda hiçbir garanti verilemez. Aşılanıyorsanız her türlü riski göze aldığınızı kabul ediyorsunuz demektir.

 

CJF: Bebeklere vurulan pekçok aşıda mevcut alüminyumun kan-beyin-bariyerini aştığı ve merkezi sinir sistemi üzerinde toksik etkisi olduğu yönündeki suçlamalarla ilgili bize bilgi verebilir misiniz?

 

Dr. O: Sizi nörobilimci Dr. Chris Shaw ve çalışma arkadaşlarının çalışmalarına yönlendirebilirim; çalışmaları alüminyumun nörotoksik etkileri ile ilgili endişeleri teyit eder nitelikte . Bu konu doğrudan immünolojinin alanında olmadığından uzman görüşü sunamam.

İtiraf etmeliyim ki immünoloji oldukça kompartmantalize olmuş bir bilim dalı. Şahsen ben “temel” immünoloji dediğimiz alana mensubum. Temel İmmünoloji, hayvanlar üzerinde yapılan deneylere dayanarak immün sistemin vücuda enjeksiyon yoluyla verilmiş yabancı antijenlerle karşılaşması durumunda nasıl çalıştığına dair teorik bilgi sağlar. Ana ilgi alanı ve uzmanlığımız yapay bağışıklık yanıtı ve antikor üretiminin hücresel ve moleküler mekanizmalarını anlamakla sınırlı. Hepsi bu. İmmünologların bu konuda söyleyebilecekleri tek şey, alüminyum tuzlarının bağışıklık sistemini kandırarak antikor üretmesini sağlamak amacıyla birtakım aşılara adjuvan olarak katıldığından ibarettir. Alüminyumdan “beklenilen” etki budur ve immünologları bunun dışında bir şey ilgilendirmez.

İmmünologlar alüminyumun nörotoksisitesini “bizmez”, çünkühayvanda (vaya insanda) genel olarak oluşacak etkinin ne olduğunu, diğer sistemlerin, özellikle de beynin immünizasyon veya özel olarak alüminyumdan nasıl etkilendiğini araştırmak için gerekli metodolojik donanımları yoktur. Bu diğer dalların uzmanlık alanıdır. Acı ama bilimde kompartmantalizasyonun gerçeği budur.

 

CJF: Aşılarda kullanılan adjuvanlar bağışıklık sistemini nasıl oyuna getiriyor? Bu bilimsel hokkabazlığın sonuçları nedir?

 

DR. O: Aluminyumun adjuvan (güçlendirici) etkisi, 1920’lerden beri kullanımda olmasına rağmen ancak son 5-10 yıldır derinlemesine araştırılıyor. Görüldüğü kadarıyla alüminyumun adjuvan etkisi hücre öldürme kabiliyetine, yani “sitotoksik” özelliğine dayanmakta. Hücreye verilen bu tahribattan dolayı hücredışı alana DNA ve ürik asit gibi hücre içi maddelerin çıkışı sağlanır ki immün sistem hücreleri bu maddelere karşı harekete geçebilsin. Yaratılan hücre tahribatını bağışıklık sistemi algılar ve daha sonra da bu tahribat bağlamında ortaya çıkmış “yabancı” proteine karşı immün yanıt başlatır. Alüminyum ve yarattığı tahribat olmadan immün sistem enjekte edilmiş yabancı proteini zararlı olarak algılamayacak ve buna karşı antikor üretmeyecektir. Ancak tabii aşılama salt antikor üretimi sağlamak için yapıldığından, alüminyum her ne şekilde bunu sağlıyor olursa olsun mübah sayılmakta.

 

CJF: Doktor hanım, bu nasıl bir sahtekarlık, ne büyük bir rezalettir!

 

DR. O: Diğer adjuvanların çalışma mekanizması hakkında güncel bilgiye sahip değilim. Deney hayvanlarında kullandığımız yağ bazlı adjuvanların çoğunun, aşırı enflamatuvar tepkiye yol açtığı için insanlarda kullanımı yasak. Ancak insanlarda kullanıma girecek yeni adjuvanların yolda olduğuna eminim ve illaantikor üretimi sağlayacağız diye kullanıma alınacak bu yeni adjuvanların yan etkilerinin ne olduğunu da bekleyip göreceğiz.

 

CJF: Bize antikorlar ve immünolojinin neden antikor üretimi sağlıyor diye aşılara sözde koruyucu etkinlik etiketi yapıştırdığını basit bir şekilde anlatabilir misiniz?

 

Dr. O:Antikor konsepti difteri ve tetanoz gibi toksinler üzerinde yapılan araştırmalardan çıkmıştır. İlk başta antikorlara ‘anti-toksin’ deniyordu; vücuduna toksin enjekte edilmiş deney hayvanlarının kanında ortaya çıkarak sözkonusu toksinlerin patolojik etkilerini nötralize eden esrarengiz birtakım entitelerdi bunlar.

Dr. Thomas Levy’nin, “Curing the Incurable” adlı kitabında geçen klinik araştırmaya göre askorbik asidin [C vitamini] “anti-toksin” tanımıyla örtüştüğünü de belirtmek isterim, zira damardan [entravenöz şekilde] büyük dozlarda verildiği takdirde çoğu toksine bağlı hastalığın yanısıra enfeksiyonel hastalıklarda da belirtileri durdurduğu bilinmektedir.

Ancak anti-toksinler üzerinde immünolojik araştırma oldukça dar bir yola girmiş ve anti-toksik kabiliyetin yalnızca bugün antikor dediğimiz belirli bir immünoglobülin sınıfıyla sınırlı olduğu görüşüne yol açmıştır.

İmmünologlar daha sonra bu “antikorlar”ın salt toksinlere karşı değil, aynı zamanda immün sisteme belirli bir şekilde sunulacak hemen her tür maddeye karşı da oluşturulabileceğini fark ettiler. Bu tarz“immünojenite” (antikor üretimi sağlama kabiliyeti) yaratma koşullarından bazıları şunlar:

  1. verilen madde vücuda yabancı (“non-self” kaynaklı) olacak.
  2. bu maddeye bir “tehlike” sinyali eşlik edecek; bu çoğu kez adjuvan dediğimiz iritasyon oluşturucu veya hücre tahribatı sağlayan bir madde veyahut da bakteriyel ya da viral kaynaklı patojen ilintili moleküllerle sağlanmakta.

İmmünoloji bilimi daha sonra kendini antikor üretimi sürecininin inanılmaz derecede ince ayrıntılarını keşfetmeye adamıştır ki immünolog olmayanların bu detayları bilmesine gerek bile yok. Gelin görün ki temel immünoloji araştırmalarında 20. yüzyılın büyük kısmı bu detayların araştırılmasına adanmıış, çok sayıda Nobel Ödülü ile de mükafatlandırılıp teşvik edilmiştir.Bu da antikorların önemini pekiştirici etmen olmuş ve immünolojide antikor merkezli paradigmayı yaratmıştır.

Söylemeye bile gerek yok, aşıların tek amacı, antikor merkezli koruma paradigmasına uygun şekilde mikroorganizma ve toksinleri birbirine bağlayacak antikor oluşumunu sağlamak. Ancak gerekli şekilde aşılanmış bireylerde hastalık oluşumunu ortaya koyan pekçok rapor ile aynı şekilde aşılı ve yapılan sayımda kanında yüksek antikor titeri saptanmış bireylerde de hastalık görülmesi bu antikor merkezli paradigmanın büyük bir dikkatle yeniden gözden geçirilmesi gerektiği inancımı pekiştiriyor.

 

CJF: Değerlendirmenize aynen katılıyorum doktor hanım ve bu gözden geçirme ne kadar erken yapılırsa o kadar iyi olur.

Peki, pertussis (boğmaca) bir virüs değil de bakteri olduğuna göre bu aşı paradigmasındaki yeri nedir? Çoğu aşı virüsler için formüle edilmiyor mu?

 

Dr. O: Ah, böylesi küçük ayrıntılara takılmayın lütfen. Ben size istediğiniz şeyin aşısını yapabilirim; yerfıstığına karşı mı aşı istiyorsunuz, hemen yaparız.

Şaka bir yana, “aşı” kelimesi (“vaccine”) Latince “cowpox” [ineklerde çiçek hastalığı] anlamına gelen “vaccinia” kelimesinden gelir ve orijinal olarak yalnızca sağlıklı bir bireyin, cowpox kapmış bir bireyden alınan cerahatle inokulasyonu [transplantasyonu] için kullanılmaktaydı. Daha sonra bu terim, karşılık gelen mikroorganizma veya toksinlere karşı antikor üretmek için zayıflatılmış virüs veya adjuvanla desteklenmiş viral veya bakteriyel protein ya da toksoidlerin enjeksiyonunu belirtmek için kullanılmaya başlandı. Pertussis (boğmaca) aşısı da bu tanıma girer, zira adjuvanla karıştırılmış pertussis toksini ve bir iki diğer bakteriyel proteinden oluşmaktadır.

Yaşadığımız modern çağda aşı kelimesinin kullanım alanı daha da genişlemiştir. Artık aşı, “her derde deva ilaç” [“panacea”] anlamında kullanılıyor. İmmünologlar bugün kanser, otoimmünite veya alerjiye karşı aşılama stratejileri uyduruyor. Biri tutup da yarın öbür gün Alzheimer’s hastalığı ve hatta otizme karşı da aşı geliştirmeye kalkarsa hiç şaşmam.

 

İkinci bölüm sonu.

Aşılanma Bağışıklanma Demek Değildir – İmmünolog Dr. Tetyana Obukhanych ile Söyleşi – 1. Bölüm

Aşılanma Bağışıklanma Demek Değildir – İmmünolog Dr. Tetyana Obukhanych ile Söyleşi – 1. Bölüm

  • İmmünolog Dr. Tetyana Obukhanych ile Söyleşi – 1. Bölüm

     

    “Vaccine İllusion” (Aşı İlüzyonu) adlı kitabın yazarı Dr. Tetyana Obukhanych dünyanın en prestijli tıp kuruluşlarında immünoloji eğitimi görmüştür. İmmünoloji dalında doktorasını New York’taki Rockefeller Üniversitesi’nde, doktora sonrası çalışmalarını ise Boston’daki Harvard Tıp Okulu ile Kaliforniya’daki Stanford Üniversitesi’nde gerçekleştirmiştir. Catherine J. Frompovich’in Dr Obukhanych ile yaptığı 3 bölüm halinde yayınlanan söyleşinin metnidir.

     

    Birinci Bölüm:

     

    CJF: Dr. Obukhanych, Aşı İlüzyonu: Aşılamanın Doğal Bağışıklık Sistemimize Olumsuz Etkileri ve Tekrar Sağlığımıza Kavuşmak İçin Neler Yapabiliriz (Vaccine Illusion: How Vaccination Compromises Our Natural Immunity and What We Can Do to Regain Our Health) kitabının yazarı. Kitabında aşılama ile ilgili anaakım teorilerden radikal şekilde ayrılan bir görüş ortaya koyuyor. Şahsen benim için en inanılmazı da Tetyana’nın aşılama kampanyalarının doğal bağışıklanma prosesine zarar verdiği ve bebeklerin hayatını tehlikeye attığını düşünmesi. İtiraf etmeliyim ki, bir doğal beslenme uzmanı ve tüketici sağlığı araştırmacısı olarak sürdürdüğüm 35 yıllık mesleki tecrübe sonucu ben de tıpkı Tetyana gibi düşünüyorum. O yüzden kendisiyle söyleşi talebinde bulundum. Konuyu kendisiyle derinlemesine konuşup verdiği bilgileri okuyucuya aktarmak istedim.

    Sorulara geçmeden önce ele almak istediğim bir konu var: Aşıların diploid hücreler (aborte insan fetüslerinden elde edilen hücreler), tavuk yumurtaları, maymun böbrekleri, fare beyinleri, domuz akciğeri, böcekler ve şimdi de İngiltere’de Haziran/Temmuz 2012’de kullanıma sokulacak yeni bir aşı için kullanılan köpek böbrekleri gibi çeşitli hayvan organlarında kültürlenmesinin sence ne tip implikasyonları olabilir? [Rotavirüsü için kullanılan] Rotarix aşısında domuz viral DNA’sı (porcine circovirus (PCV)); 1950’lerden 1970’lerin başına kadar kullanılan ilk polio [Çocuk felci] aşısında SV40 kanser virüsü tespit edildiğini; Hepatit A, kızamıkçık ve varicella (su çiçeği) aşılarının insan diploid hücreleri WI-38 ve MRC-5’te kültürlendiğini; ve HPV [rahimağzı kanseri] aşısı Gardasil®’de rekombine DNA’nın bulunduğunu biliyoruz. Pazarlama sonrası ortaya çıkan bu tip bulgular bir immünolog olarak senin perspektifinden bakıldığında ne tip sorunlara dalalettir?

     

    DR. O: Bir immünolog olarak beni endişelendiren aşıların maya, yumurta, hayvan ve hatta insan fötal hücreleri kullanılarak üretiliyor olmasının, aşılarda bu üretim işleminin bir gereği olarak bu hücre veya hücrelerin içinde kültürlendiği ortamlardan az miktarda bulunacağı anlamına gelmesidir. Aşı üreticilerinin kullanım için son aşamaya gelmiş ürünlerini bu belirtilmemiş aşı “içeriği”ne karşı test edip etmediklerini veya ne derece düzgün test edebildiklerini ve ne oranda kontaminasyon bulduklarını gerçekten bilmek isterdim.

    Bu tarz kontaminasyonla ilgili beni endişelendiren immünojenik (antikor oluşturucu) stimülasyon kapsamında düşündüğünüzde maya, yumurta, hayvan veya insan proteinlerine maruzat bu proteinlere karşı sensitizasyon [antijen niteliğindeki madde (bakteri, ilaç, yabancı protein, çiçek tozu vb.)’ye karşı, ikinci defa vücuda girişinde şiddetli reaksiyona sebep olacak şekilde duyarlılık oluşması; duyarlı hale gelme veya getirilme] oluşturma ve hatta insanın “kendine” immünolojik toleransını kırma potansiyeline sahip olmasıdır. Bu ikinci bahsedilen durum özellikle bebekler için geçerlidir, zira immün sistemleri “kendi”nin ve “yabancı” olanın ayırdını daha yeni yeni yapmaya başlamaktadır. Daha işin başında bu ayrımın yanlış yapılması bana göre alerjik veya otoimmün rahatsızlıkların yolunu açar.

     

    CJF: Doğrudan işin can alıcı kısmına hitap eden ve benim de tamamen hemfikir olduğum bu mükemmel yanıt için teşekkürler Dr. Obukhanych.

    Bize doğal bağışıklanmanın ne olduğunu açıklayabilir misiniz, doktor?

     

    DR. O: Bağışıklanma, insanların pekçok akut enfeksiyonel hastalığı ömründe yalnız bir kez, o da çoğu kez çocukluk çağında olacak şekilde geçirmekte olduğu gözleminden hareketle oluşmuş çok eski çağlara dayanan bir konseptir. Kızamık, kabakulak, kızamıkçık veya boğmaca bu tarz hatalıklardan bazılarıdır.

    Doğal bağışıklanma bir anlamda totolojik [Açıklamak ya da kanıtlamak üzere verilmiş bir önermenin, gerçekte, söylenmiş olanı özdeş ya da eşdeğerde terimlerle yinelemesi] bir ifade çünkü bu noktada bağışıklık yalnızca doğal yolla, sadece enfekte bir kişiyle temas halinde edinilebilecek bir şey; arada sırada bu tarzda maruzat asemptomatik [belirtisiz] seyretse bile yine de bağışıklık oluşturur. Ancak tabii ortada aşıların da bağışıklanma sağladığı gibi genel bir yanılgı olduğundan bazen bağışıklanmayı aşı bazlı korumadan ayırdetmek için başına “doğal” sıfatını eklemek gerekebiliyor.

     

    CJF: Ah! Bağışıklanma yerine “aşı bazlı koruma” kavramını kullanıp meşruiyet kazandırdığınız için teşekkürler gerçekten.

    Aşılı çocuklar, korunsunlar diye tam doz aşılarını oldukları enfeksiyonel hastalıkları aynen geçiriyorlar. Sizce aşı ‘bağışıklaması’nın–tabii bu ismi verebilir miyiz bilmiyorum ama—ömrü niye bu kadar kısa ve neden yetersiz?

     

    DR. O: Aşılanmış bireylerin herhangi bir salgın durumunda aşısını oldukları enfeksiyonel hastalıkların hiçbirine yakalanmamalarını (veya hastalanma oranının minimal seviyede olmasını) bekleriz. Ancak yaşanan salgınlar analiz edildiğinde çoğu kez bunun doğru olmadığını görüyoruz. Aşılı bireyler hakikaten de yüksek sıklıkta hastalık kapıyor ve hastalık insidansında yüksek bir paya sahipler.

    Bana kalırsa bu durum, aşılamanın hakiki bağışıklık mekanizmalarını harekete geçirmemesinden kaynaklanıyor. Aşılama normalde immün yanıtı—yani immünologların teorik olarak immün sistemde çalışmasını “arzu ettikleri” tek şeyi—oluşturur. Ancak görülen o ki bu, doğal bağışıklanmanın sağlayacağına eşdeğer güçte bir koruma sağlamamaktadır. Bağışıklık sistemi hakkında bilmediğimiz daha pek çok şey var.

     

    CJF: Aşılar ömür boyu bağışıklık sağlamıyor, tamam. Peki bizim aşılardan beklentimiz ne olmalı koruyuculuk açısından?

     

    DR. O: Bulaşıcı hastalıklara karşı kullanılan attenüe [zayıflatılmış] canlı virüs aşıları için beklentimiz oldukça kısa bir dönem (3-5) yıl olacaktır. Bu dolaylı bir tahmindir ve aşılı bireylerde hastalık oluşumunun aşılama zamanına göre yapılmış istatistiksel analizlerine dayanır. Belirli bazı aşıların ne kadar süreyle koruma sağladığına dair elimizdeki tek ampirik kanıt budur.

    Koruma süresinin ampirik olarak hiçbir şekilde tahmin edilemeyeceği, örn. tetanoz gibi bulaşıcı olmayan toksin mediasyonlu hastalıklar veya kuduz gibi hayvan ısırığıyla geçecek viral hastalıklar için olanlar, veyahut da Hepatit B ve Gardasil [rahim ağzı kanseri aşısı] gibi aşılar da var. Bu aşıların ne süreyle koruduğunu anlayamıyoruz çünkü elimizde bu tahmini yapmamızı sağlayacak bilimsel olarak anlam taşıyan veri yok.

     

    CJF: İmmünoloji biliminin üzerine yoğunlaştığı nokta ile doğal bağışıklanma arasıdaki fark nedir?

     

    DR. O: İmmünoloji bağışıklanmayı çalışmaz. İmmünoloji, bağışıklık sisteminin immünizasyona—yani “yabancı” bir potein veya partikülün (virüs veya bakterinin) vücuda enjekte edilmesine– verdiği tepkiyi inceler. İmmünolojik araştırmaların odaklandığı başlıca nokta, immünizasyon sonrası immünolojik organ ve vücut sıvılarında uzun dönemde meydana gelecek değişikliklerdir. Bu tip değişikliklere kollektif olarak “immünolojik hafıza” diyoruz.

    Ancak soru şu: İmmünologlar, ‘immünolojik hafıza’nın bağışıklanmanın temeli olduğunu nereden biliyorlar? İmmünoloji alanında yapılmış çalışmalara baktığınızda bu sonucu çıkartmamızı sağlayacak herhangi bir kanıta rastlayamazsınız. Ben immünolojik hafızayı bağışıklanmanın değil, en fazla sensitizasyonun temeli olarak görüyorum. İmmünolojik hafızanın bize faydalı olup olmadığı konusunda ise şüphelerim var.

     

    CJF: Bana kalırsa, immünolojinin insanın doğal bağışıklığından ziyade kendi icadını, yani aşılamayı çalıştığını düşünüyorsunuz. Doğru mu? İmmünoloji dalında doktora yapmış biri olarak sizi bu sonuca iten şey ne oldu?

     

    DR. O: İmmünoloji bir bilim olarak, daha bağışıklık sistemi bu şekilde tanımlanmamışken, aşının icadı (çiçek aşısı) ile birlikte ortaya çıkmıştır. O zamandan beri ve bugün hala, temel immünolojik araştırmalar doğal hastalık veya hastalığa karşı doğal yoldan edinilmiş bağışıklık durumundan ziyade denek hayvanına “yabancı” bir şeyler enjekte etme bağlamında yürütülmektedir.

    Belki laboratuvar ortamında doğal hastalık yerine bir enjeksiyonla deney kurmak daha kolay olduğu için. Belki de sırf bu şekilde daha rahat çalışılabiliyor diye. Nedeni her ne olursa olsun, doğal hastalık/bağışıklık yerine enjeksiyon (aşılama) çalışmalarının yapılmış olması, bir tek suni prosesle ilgili bilgi birikimine yol açmıştır.

    Tabii bu durumda da bugün “bağışıklık sistemi” dediğimizde, yabancı bir antijene yanıt oluşturan sistemden bahsediyoruz. Yani bağışıklık sistemi, esas itibariyle, doğal bağışıklanmaya göre değil, aşılama işlemine göre tanımlanmıştır. Peki gerçek “immün” sistemin amacı doğada hastalık geçirdikten sonra ömür boyu bağışıklık yaratmaksa, bunu gerçekleştiren sistem nedir, nasıl bir şeydir? Bahsettiğimiz yabancı antijen enjeksiyonuna yanıt oluşturan sistem midir bu, yoksa tamamen farklı bir sistem mi?

    Bana göre en büyük sorun da bu: immün sistemle ilgili enjeksiyon bağlamında keşfettiğimiz onca şeyden acaba herhangi birinin doğal bağışıklık haliyle alakası var mı? Var diyorsak, doğal bağışıklanmayı doğrudan hiçbir şekilde çalışmamışken neyin alakalı neyin alakasız olduğunu nereden biliyoruz?

    Bana immünoloji doktorasından sonra immünoloji biliminin “bağışıklık” sistemi yorumlamasındaki problemi neyin görmemi sağladığını soruyorsunuz. İmmünoloji doktorasına rağmen bu problemi görmemi hangi mucizeye borçluyum diye sormanız lazım aslında. İmmünoloji alanında çalışmaya kendinizi adadığınızda alanın “gerçeği”ne o denli büyük bir kişisel yatırım yapmış oluyorsunuz ki, daha en temel varsayımdaki sorunu görme şansınız sıfırlanıyor. Alanın koyduğu tanımlamalara duyulan “inanç” çok güçlü.

     

    CJF: İşte budur doktor! Entellektüel cesaretinize hayranım. O halde doğal bağışıklıklanma ile ilgili aradığımız cevaplar için immünolojiye güvenebilir miyiz?

     

    DR O: Hiç sanmıyorum.

    Daha önce de belirttiğim gibi immünoloji alanında yürütülen düzgün ve saygın araştırmaların hiçbiri doğrudan doğal süreci çalışmaz. Onun yerine deney hayvanlarında yapay bir şekilde oluşturulmuş (doğal olmayan) enfeksiyon/bağışıklanma modelleri kurulur ve bu ne doğal ne de nesnesi insan olan deneylerde bağışıklık yanıtları çalışılır.

    Bu tip araştırmaların doğal bağışıklanma sürecine uygulanabilirliğinden nasıl emin olabiliriz ki? Olamayız. Ama gelin görün ki, bu tarz araştırma yöntemi bağışıklık sisteminin hastalık prosesindeki rolü hakkında bize ancak kısmi ve hatta tamamen yanlış yönlendirici bilgi sağlayabileceği halde, sırf düzenlenen bu yapay araştırma modellerine uyuyor diye insan bağışıklık sistemini aşılarla kurcalayıp duruyoruz.

     

    CJF: Yanlış yönlendirilmiş ve kısmi bilgilerimize dayanarak doğayı bu şekilde kurcalamamız tehlikeli olabilir mi ve çocuklarımızın büyük bir oranının bugün yaşadığı sağlık sorunlarına yol açtığı düşünülebilir mi?

     

    DR O: Bu endişelere tamamen katılıyorum. Bağışıklanmayla ilgili kaygılarımın bir kısmını “Vaccine İllusion” kitabımda ele aldım ve bugün burada da bir özetini vereceğim.

    Endişelerimin başında adjuvan içeren aşıların sağladığı öne sürülen “immünolojik hafıza”nın esasen bağışıklanmanın değil, sensitizasyonun temeli olması geliyor.

    Ayrıca en büyük sorunlardan biri de, çocukluk yıllarında kullanılan zayıflatılmış canlı virüs aşılarının kısa dönem koruyucu etkisi ile çocukluk hastalıklarının “başarılı” şekilde önlenmiş olmasının, anneden çocuğa geçecek bağışıklık korumasını da kaybetmemize yol açmış olmasıdır ve böylelikle de hastalığa maruzat anında bebekler savunmasız kalmaktadır.

    Bir başka endişem de aşılama kampanyalarının popülasyona bağışıklık sağlamaktan ziyade, hastalığa maruzat riskini azaltacak şekilde bulaş örüntüsünü kesintiye uğratarak işlemesidir. Böyle yaparak aşılama kampanyaları popülasyonun çocukluk çağı hastalıklarına karşı bağışıklığını ortadan kaldırıyor, bağışıklığın sağlanmasına veya korunmasına yardım etmiyor. Geçmiş onyıllarda yetişkin popülasyonda çocukluk çağı hastalıklarına karşı oluşmuş bir toplumsal bağışıklık vardıysa da, korkarım aşılama kampanyaları ile bunu çoktan yok ettik.

    Tüm bunlar doğrudan, aşılama ile olması “istenen”, ancak kitlesel aşılamaya geçilmeden önce doğuracağı sonuçlar dikkatli bir şekilde düşünülmemiş sonuçların ürünü olarak karşımıza çıkmakta. Aşılar aynen doğal bağışıklık gibi çalışır zannettik. Belli ki bu doğru değil ve şimdi bunun ceremesini çekiyoruz.

    Şimdi, aşıların “istenmeyen” etkilerine (yani aşıya bağlı oluşan zararlara) geçeyim mi yoksa pandoranın kutusunu şimdilik açmayalım mı?

     

    CJF: O kutuda neler var bir görelim diyorum ben doktor hanım. Buyrun.

     

    DR O: Bahsettiğim kutuda anne-babaların aşılama sonrası çocuklarında gözlemledikleri istenmeyen etkiler ile bunların karşısında Düzen’in anne-babalara “şüpheleriniz tamamen yersiz; aşılar dolayısıyla oluşacak gerçek yan etkiler istatistiksel olarak çocuğunuzda ortaya çıkamayacak denli nadirdir; aşı korkunuz irrasyonel ve bilimsel gerçeklere dayanmıyor” yönündeki “bilimselmiş gibi gözüken” iddiaları var. Bu konuya isterseniz biraz sonra dönelim.

     

    CJF: İddiaya girecek olsanız bahsinizi hangi tarafa yatırırdınız: aşılar mı doğal bağışıklanma mı ve neden?

     

    DR O: Tam olarak ne elde etmek için aşıya veya doğal bağışıklanmaya oynayacağız? Elde edilmek istenen sonucun spesifik olarak belirtilmesi gerekiyor. Ancak ‘amaç insan neslini devam edemeyecek hale getirmek’ derseniz, o zaman paramı aşılara yatırırdım.

     

    CJF: Doktor hanım sanırım aklımdan geçenleri okudunuz.

     

    Birinci bölüm sonu ..