Facebook aşı sayfasında paylaşılmış yorumumdur.
Sevgili …….. hanım şöyle bir yazı iletti. Okur okumaz aklıma gelenleri yazmak istedim, başka katkıda bulunmak isteyen olursa yorumlarınızı bekliyorum. 🙂
Yakın tarihimizde “tarihi yeniden yazmak” moda oldu biliyoruz. Bu defa da aşı tarihi siyasi emellere kurban gitmiş. Birkaç doğrunun arasına yalan yanlış ne serpiştirirsek serpiştirelim, sorgulamadan her duyduğuna inanmaya ant içmiş bir topluluğu ikna edebiliyoruz.
Yazarın Osmanlıcılık güzellemesine dahil etmeyi unuttuğu(!) birkaç gerçek:
1. Bahsi geçen yıllar Avrupa’da sanayi devriminin son sürat gittiği ve peşisıra yoğun salgınların görüldüğü bir dönem.
O yıllarda İngiltere’de henüz belediye hizmeti yok; bu da çöplerin sokaklardan toplanmaması, hayvan leşlerinin düştükleri yerde kalması, kanalizasyon şebekesi ve temiz suya erişimin henüz olmaması demek.
İngiltere’de hızla kömür madenciliğine geçiliyor; çocuk işçi çalıştırmak henüz yasaklanmamış, anne-babalar günün büyük bölümünü madende çalışarak geçiriyor, çalışmayan çocuklar sokaklarda aç bi ilaç dolaşıyorlar.
Sanayileşmeyle birlikte büyük şehre göç hızlanmış, bir hanede 10-15 kişi beraber yaşıyor, yarı aç yarı tok.
2 seneye yaklaşık zamandır çeşitli vesilelerle anlatmaya çalışıyorum; hastalık bağışıklık sisteminizin ne kadar sağlam olduğuna bağlı, bağışıklık sisteminizin ne kadar sağlam olduğu da ne kadar düzgün beslendiğinize, hijyene ve yaşam koşullarınıza doğrudan bağlı..
İngiltere bir kuzey ülkesi, yılın bir iki ayı doğru dürüst güneş alıyor ve insanlar zaten günün büyük bölümünü madenlerde veya fabrikalarda çalışarak geçiriyor. Aileler çok çocuklu, ancak bu çocukları besleyecek imkan çok kısıtlı bir kesimde var, hatta çocuklar da çeşitli fiziksel işlerde çalışıyor. İklim koşulları nedeniyle tarım açısından Osmanlı’nın zenginliğiyle boy ölçüşmeleri mümkün değil. Çeşitli bilimsel makalelerde belirtildiği gibi, vücutta TEK BİR vitaminin eksik olması durumunda dahi kişi hasta olabiliyor ve hastalığı ağır seyredebiliyor.
Osmanlı’da o dönem ne çocuk işçiliği var ne de Avrupa ülkelerinin büyük şehirlerinde görülen sefalet. Çocuklar sağlıklı, bakımlı. Yaşlı teyzeler çiçek geçirmiş kişilerin yara kabuklarını alıp kurutup, daha sonra sağlıklı(!) çocukların veya yetişkinlerin kollarına açtıkları çiziklere yediriyorlar.
Yazar hanım bahsetmemiş ancak bu uygulamanın mucidi bizim teyzeler değil, Çinliler. Çinlilerin yöntemi çok daha başarılı bakın. Yara iltihaplarını alıp kurutup toz haline gitiriyorlar ve BURUNDAN çekiyorlar.
Bağışıklık sisteminin nasıl çalıştığını bilen herkes için bu yöntem çok şey anlatıyor aslında. Vücudumuzun ilk savunma hattı cildimiz ve ağız, göz burun açıklıklarımız, bunların sahip olduğu mukozal yapı değil mi? Mikropların kana ulaşabilmesi için öncelikle bu sistemleri aşması gerekiyor. Bugün bizlere aşıları dayatan sağlıkçıların hiçbirinden bağışıklık sisteminin 2 bölümü olduğu ve aşılamanın bu ilk savunma hattını doğrudan bypass ederek bağışıklık sisteminin dengesini bozduğunu duymuyoruz? Vücuda normal yoldan, cilt-ağız-burun-boğaz yoluyla tanıtılmış patojenlere karşı bağışıklık sistemimizin tüm unsurlarıyla harekete geçeceği, bu yüzden de çok daha etkili bir savunma yapacağı aşikar. Ama aşı sanayisi bunu size açıklasa o zaman aşının gerekliliğini sorgulamaz mısınız? Madem hastalık etmenini doğanın öngördüğü şekilde cillten, burundan, ağızdan aldığımızda gayet etkili şekilde korunabiliyoruz, o halde iğneyle kas içine mikrop zerk etmenin ne manası var?!
Çin ve Osmanlı’nın uyguladığı inokulasyon yöntemi ve bugünün aşı yöntemi arasındaki en temel fark bu işte;
Eskiler hastalık unsurunu vücuda doğanın öngördüğü yoldan tanıtıyor, bizler ise elde iğne cildi, mukozal sistemi aşıp doğrudan kas içinden kana veriyoruz mikropları.
Yazar hanım ve bugünün “yerli aşı isterük”çüleri bu farkın farkındalar mı acaba?? Enfiye kutularından kurutulmuş cerahat tozu mu çekelim hep birlikte yoksa “yetişmemiz gereken” batı gibi biraz ondan biraz bundan mikrop bakteri kokteyli yapıp yenidoğmuş çocukların doğum anını iğne seromonisi ve çığlıklarla mı kutlayalım? Hangisi savunduğumuz, talep ettiğimiz yöntem??
Yoksa acaba Osmanlı ile o dönemin hastalıktan başını alamayan Avrupası arasındaki farkı yaratan hijyen, düzgün beslenme yolundan gidip çocuklara çalışsın diye bahşedilen ve hiçbir eksikliği bulunmayan bağışıklık sistemlerini desteklemeyi mi seçsek?
Yazıda bahsi geçen meşhur Pasteur’ün ölüm döşediğinde dediği gibi;
Mikrop hiçbir şeydir, aslolan vücudun sağlığıdır…
Bugün artık Pastör’e borçlu olduğumuz tıbbın “mikrop teorisi”nin nasıl düpedüz yanlış olduğu KANITLANDI. Sadece bağırsaklarımızda kilolarca bakteri, parazit ve mantar taşıyoruz ve bunlar olmadan hayatta kalmamız mümkün değil!
Bugünün batı toplumu bu keşfe imza atarken biz biraz geriden takip ediyoruz her zamanki gibi ve hadi aşı yapalım, daha çok yapalım, kendimiz yapalım fantezileri kuruyoruz.
2. nokta … Yaşlı teyzeler [bugünkü gibi] her önüne gelene gözükapalı mikrop vermiyorlardı elbette. İnokulasyon yapılacak çocuğun mutlak surette sağlıklı olduğu bir dönemde, çok çok küçük bir miktar, belki bir toplu iğne başı kadar mikrop tanıtılıyordu vücuda. Ve çocuk evde bakıma alınıyor, hastalığı bu şekilde kapsa da kısa sürede iyi bir bakımla ayağa kalkıyordu.
Bugünün doğum anından itibaren ilaçla aşıyla yetişen, doz doz karma aşılarla bağışıklık sistemi dağlanan, antibiyotik turundan antibiyotik turuna koşan, türlü alerjilerle boğuşan, kronik yeme bozukluklarıyla pençeleşen çocuklarına yapsalar aynı işlemi o teyzeler, çocuğu öldürmeleri işten bile olmazdı ve aslında bu hiç sürpriz de olmazdı.
Ne demiştik? Aslolan vücudun ne kadar sağlıklı, dirayetli olduğu. Aynı mikrop neden Afrikalı çocuğu öldürürken bizde hafif bir ateşlenmeyle geçiyor? Sormamız gereken soru bu. Bu sorunun çok basit bir cevabı var ve çocuğunuzu koruyacak olan da bu bilgi, aşılar değil!
Bir de sormazlar mı hiç insana? Yahu bizim Osmanlı’nın pekala başarıyla uyguladığı bu yöntemi İngilizler almış uygulamış da niye becerememiş?? İnokulasyon yönteminde mi sorun varmış yoksa gavurda tutmamış mı aşı, acep n’olmuş da son sürat salgınlar devam etmiş bir 200 sene daha??
Yazıdaki hayal mahsulü “bakınız bizde ne aşılar vardı” masalına hiç deyinme gereği duymuyorum bile. İngilizcesi olanlar burada verilen bilgilerin büyük çoğunluğunun yalandan ibaret olduğunu kısa bir araştırmayla görebilir. Fakat tabii bu tip dezenformasyon birimlerinin dayanağı da bu değil mi, halk nasıl olsa sorgulamayacak, sorgulamak istese de yabancı dil bilgisi gerektiren kaynakları anlamayacak.
90’lara kayıp yıllar demiş hanımefendi, sanırım özelleştirecek hiçbir şeyimiz kalmadığı bilgisinden ve bunun da son 10 yılda olduğu bilgisinden bihaber?? Sağlık sisteminin bir önceki sağlık bakanı döneminde “dönüşümünün” tamamlandığını da duymamış herhalde? Dönen dümenlerin hepsine gözümüzü kapayalım biz 2000lerde, tek derdimiz Osmanlının uyguladığı TEK ve ilkel bir aşılama prosedürü olsun. Bunu kotardık mı dış mihraklar bizi biyoterörizmle vuramaz değil mi?
Biyoterörizm olanca hızıyla yıllardır sürüyor oysa .. çocuklarımızın genleri tahrip ediliyor bu ağırlıklı çoğunluğu son 10 yılda takvime dahil edilmiş teknolojik aşılarla, Monsanto’nun bizzat devletin başı tarafından yeşil ışık yakılan ucube yemleriyle besleniyor bu çocuklar, dereleri uluslararası şirketlere peşkeş çekiliyor, yeşil doğa yerini villa koruluğuna bırakıyor .. kayıp yıllara rahmet okutur bu gelişmeler .. kapımıza zorla aşı yapmak için dayanıyorlar diye şikayet dahi edemeyeğiz yakında, ama biz masal dinlemek istiyoruz toplum olarak .. bir varmış bir yokmuş .. Osmanlı zamanında 2. Abdülhamit efendi ……