Armut illa da dibine düşüyor ..
Çağların ortak aklından süzülüp geçerliliğini korumuş özdeyişlerimizden biridir ya bu, ne kadar da doğrudur!
Genç anne-babalar olarak bir araya gelindiğinde insan muhataplarını çocuklarına davranışlarından ve dahi bizzatihi çocuklarının davranışlarından daha iyi tanıma fırsatını yakalıyor. Akranlarınızın çocukluklarını, yetiştirilme tarzlarını ve aile yapılarını az çok kestirebiliyorsunuz. Bir arkadaşım, bir eğitimci olarak pedagojik formasyon bilgim olmasından ötürü çocuklarla iletişimde daha avantajlı bir konumda olduğumu hatırlattığında kendisine gayet samimi olarak çocuk yetiştirme işinin kitaptan çalışılarak öğrenilecek bir şey olmadığını ve bana kalırsa esasen herbirimizin çocuk sahibi olduğumuzda kendi anne-babamız bize nasıl davrandıysa çocuğumuza aynen o şekilde yaklaştığımızı ve farkında olmadan kendi yetiştirilme tarzımızı mükemmelen yansıttığımızı söylemiştim.
Kurabiye insanların aynen bir teyp gibi davranış ve söylemlerimizi kayda aldıklarını sizler de gözlemlemişsinizdir. Küçük efendi canı yanıp ağlayan bir çocuğa gidip de “ah, canııımm” diye sarılıp okşadığında (bazı durumlarda uf olan yere öpücük kondurduğunda); beraber video oyunu oynarken puanı kaybeden takım arkadaşı annesi, “ah, ben kaçırdım, pardon oğlum” dediğinde karşılık olarak, “bişey yook, ben de kaçırıyorum bazen!” diye cimcimlediğinde; yerli yersiz her cümlenin sonuna (annesi marifetiyle) “yaa” ünlemi eklemlendirdiğinde; diş fırçalarken gelişen bir diyalogda babasının “e peki neden öyle olmuş ki o?” diye gelişigüzel sorduğu bir soruya (babası marifetiyle) “siz sorasınız diyee!” diye cevap yapıştırıp, içeriden anne (içinden babaya ‘eh bak işte incilerin nelere mal oluyor’ diye serzenişte bulunurken) bu hazırcevaplık karşısında orta şiddetli bir kahkaha silsilesine engel olamadığında; annesi kazara bir yerini incitip ah vah ettiğinde, “ama dikkat etmeniz lazım annesii” diye esasen teselli amaçlı tembihlerde bulunduğunda ve daha irili ufaklı pekçok enstantanede kendinizi küçük efendinin şahsında birebir görüp duyduğunuzda anlık olarak farkına varıyorsunuz bu kabiliyetli aktörlerin rol çalmadaki üstün kabiliyetlerini ve dahi anne-baba olarak sergilemekte olduğunuz performansı.
Velhasıl, bizlerin bir tutam farkındalıkla gözlemleyebildiğimiz bu kayda alma/rol çalma durumunu, tabii bu alanın “uzman”ları* da ifade ediyorlar. Diyorlar ki, çocuklar aynanızdır; yaptığınız her davranış ve sarf ettiğiniz her sözün aksini çocuklarınızda görürsünüz. Bir çocuğun öğrendiklerinin %95’i, onlara model olarak sunulanlardır; şöyle yap böyle yap diye tembihlediklerinizden öğrendikleri ise işte bu kalan %5’lik bölümü oluşturur. İnsanoğlunun yaşadığı her durumun, duyduğu her sözün kalıcı bir şekilde bilinçaltına kaydedilmesi durumu (psikanalistlere tükenmez bir ekmek kapısı oluşturduğu kadar) anne-babaların ve çocuğun hayatında rol oynayan tüm aktörlerin ayırdında olması gereken ve bana kalırsa şu veya bu şekilde çoğumuzun ihmaline uğrayan konulardan biridir.
Henüz 10 aylık oğlumdan bir vesileyle gayriihtiyari özür dilememin, evinde bulunduğumuz büyüklerimizin ne kadar garibine gittiğini ve “çocuktan özür mü diliyorsun sen?” diyerek aralarında epey eğlendiklerini hatırlarım. İşte bu “çocuğu adam yerine koymama” durumu, küçük insanların adı üstünde küçük, henüz konuşamıyor ve dünyadan bihaber olma durumlarının, biz büyükler tarafından lilliputların duygularının da olmadığı şeklinde yanlış algılanmasına neden oluyor. Biz büyükleri incitecek, alınmamıza sebep olacak veya mutsuz edecek her tip vaka ve davranışın kurabiye insanları da aynı şekilde etkileyeceği gözden kaçıveriyor. Halbuki, duygusal manada incindiğimiz anlarda düşünme mekanizmamızın sekteye uğradığını, düşünemediğimiz anlarda ise öğrenmenin de gerçekleşmediğini, anca olayları hafızaya ve bilinçaltına kaydetme moduna geçtiğimizi unutuyoruz. Genellersek, yetişkinlerin çocuklara tepeden bakan (literally!) bir edayla ders vermesi; kimi yerde alaya alıp aşağılaması; ebeveyn olduğunu unutup gardiyanlık kisvesine büründükleri anlarda emir vererek, zorlayarak ve karşılığında itaat bekleyerek onları yola soktuklarını ve doğru davranmaya sevkettiklerini zannetmeleri; olmuyor değil, bazen sesler yükselip de beden ve konuşma dilinin tehditkarlaşması ve hatta malesef bazen şiddete başvurulması bu küçük beyinlerin düşünme mekanizmasının durmasına ve onlara sunulan bu öğrenme modellerini birbir kayda geçirmelerine neden oluyor. Bu noktada ikinci manidar atasözümüz devreye giriyor: ne ekersen onu biçersin?
Enteresan değil midir, gençler çoğu kez “kimseye/hiçbir şeye saygısı kalmamak”la suçlanırlar? Düşünüyorum da, acaba biz büyükler çocuklara saygılı olmayı öğretiyoruz derken bizzat kendimiz çocuklara saygıda kusur ediyor olmayalım? Başka bir fail aramaya gerek yok, kadro belli; çocuklar saygıyı da saygısızlığı da aynen bizlerden, bizim birbirimize ve kendilerine davranış şeklimizden kopyalıyorlar. Seçim hakki sürekli gaspedilen, fikrine danışılması gerektiği nedense hiç akla gelmeyen, önem verilmediğini hisseden, sürekli ders verilen, nedenini anlamadığı/zorunluluğunu kavrayamadığı birtakım durumlara mutlak itaati beklenen, “onların iyiliği için” pekçok şekli (kurallar) ve fiziksel kısıtlamalarla (beşikler, pusetler, kapalı oyun alanları, kreş odaları) büyümeye alıştırılan ve yaşamlarındaki ilk deneyimleri çoğu kez çaresizliği öğrenmek olan çocuklarımızdan bekleyebileceğimiz saygı anca “sözde” kalmayacak mıdır?
Biz olgun armutlar da esasen çekirdekten maruz kaldığımız bu aynı “saygı yoksunu” evreden biriktirdiğimiz eski ‘teyp’lerle donanımlıyız. Kendi çocuğumuz bize zorluk çıkardığı anlarda işte bu teybin ‘oynat’ düğmesine basmış ve bizim banttan çocukken bize ne söylenmiş nasıl davranılmışsa aynını tekrarlamamıza neden olmuştur. Anne-babanızdan işittiğiniz sözleri şimdi çocuğunuza söylerken yakaladığınız oluyor mu hiç kendinizi? Bu öylesine otomatikleşmiş bir sistemdir ki siz daha söylediğinizi fark etmeden ağzınızdan çıkıverir aynı (saygısız) nakaratlar.
İyisi mi biz “lütfen”** çocuklarımızın yaşam alanımızı paylaşan birer canlı, birer birey olarak zaten sahip oldukları özlük haklarını tanıyalım; bilinçaltımıza yerleşmiş eski bantlardan kurtulamıyorsak bile en azından bunların varlığının ayırdında olalım ve devreye girmeden önce müdahale edip senaryo metninin uygunsuz satırlarını editleyebilelim. Minik insanlara ise bizlere daha iyi birer insan olma, sivriliklerimizi törpüleme şansını ve motivasyonunu verdikleri için tekrar “teşekkür edelim”*** ve “özrümüzü”**** samimi olarak ilettiğimiz Lilliput ülkesi sakinlerinin bilinçaltı bantlarına sevgi-saygı-hoşgörü temalarını ilave edelim. Çocuklarımızda değişmesini istediğimiz birtakım özellikler varsa önce bu özelliklere kendimiz sahip olmaya çalışalım ve bence en önemlisi, çocuklarımızın olmasını istediğimiz insanlara önce kendimiz dönüşelim…
Küçük insanımın bana verdiği büyük mutluluk ve ondan öğrendiğim bir dolu şey için teşekkur mahiyitende yazılmıştır.
*Gerekli gereksiz pekçok kimseye atfedilen bir titrdir; bence en önemlisi kişinin kendi çocuğunun ne derece uzmanı olduğudur.
**Çocuklarımızdan mutlaka kullanmalarını bekleyip, bizlerin kendilerine hitapta fazla önemsemediğimiz rica kalıbı.
***Ayni şekilde, Lilliputlar’la münasebette büyüklerin kullandıkları takdirde onların da kendiliklerinden hayata geçirmeyi bildikleri kalıplardandır.
****Büyükler özür dilemeyi bildiğinde, küçükler de mükemmelen kendilerini taklit edeceklerdir; tecrübeyle sabittir.