“Toplu aşılama programı insanları gütmeye temayüllüdür. İnsanlar sığır veya koyun sürüsü değildir oysa. Sürü gibi güdülmemeleri gerekir. Toplu aşılama programı doğası gereği problemi fazlasıyla baside indirgemek ister hep; faydalarını abartır; doğabilecek tehlikeleri minimize eder ve hatta tümden yok sayar; bilimsel düzeyde belirli bir ihtiyatla yükseltilmiş karşıt sesler istemez karşısında ve mümkünse bunları susturur; ortada bir neden yokken bir acil durum havası yaratır; vatandaşları öyle bir şevke getirir ki neredeyse sabırsızlanırlar, hatta tahammülleri kalmaz aşıyı beklemeye; karantina durumunda devletin kolluk güçlerinin yetki sınırını fazlasıyla aşmasına olanak verir; kompleks olayları baside indirger; itibarsızlaşmış bir aşıyı tutar yıllar yılı savunmaya ve desteklemeye devam eder;… dürüst ve aydınlatılmış rıza konseptini alaya alır.[1]“
Aşı konusunda kafa karışıklığı had safhada, özellikle de okudukları fakülteye itimadı tam, beyni yıkanmış doktorlar arasında. Bakıyorsunuz hiçbir şeyden haberi olmayan halk da bu doktorlara güveniyor…işin en doğrusunu tıpçılar bilir çünkü, öyle değil mi? Hem doktorlar da iyi insanlar sonuçta, bizim iyiliğimiz için çalışıyorlar. Doğrudur. Bir zamanlar ben de medikal sistemin himmetine inanan o beyni yıkanmış doktorlardan biriydim ve öğrendiğim her şeyin modern zamanların sunabileceğinin en iyisi olduğuna inanırdım. Oysa şimdi, tıp fakültesinde öğretilenlerin büyük çoğunluğunu ne kadar kısıtlı bilgiden ibaret olduğu gün gibi aşikar benim için. Artık doktorların çoğunun, kendilerine öğretilen dogmayı sorgusuz sualsiz, harfiyen yerine getirmekle mükellef ve gözlerinin önünde cereyan eden gerçekler aksini gösterse dahi sadakatle tekrar tekrar gösterdikleri kör itaatin karşılığında mükafatını alan köle teknisyenlerden pek farkı olmadığını biliyorum.
Doktorların çoğunun bilmediği bir gerçek var; Salk aşısındaki ölümcül canlı poliovirüsü yüzlerce çocuğu ve etraflarındaki temaslı bireyleri paralize ederken, toplum sağlığı yetkililerinin kapsamlı bir makyajlama çalışmasıyla aşının tarihini baştan yazdıkları. 1955 – 1961 yılları arasında polio insidansını azalttığı iddia edilen aşılardan bahsediyoruz burada! Oysa o yıllarda polio insidansındaki “düşüş”ün ardında yatan başka bir meşhum neden var; 1955’te poliovirüsü enfeksiyonları oldukça yaratıcı bir şekilde yeniden tanımlanıyor, nedeni de çoğu “polio” paralizisi olgusunun sisteminde poliovirüsü filan bulunmadığı gerçeğini “gizlemek”. Salk aşısının itibarı bu şekilde korunurken, tarihin suları fazlasıyla bulandırılmış oluyor.
En büyük salgınlarda bile uzun süreli paraliziye yol açan tek faktörlü poilovirüsü enfeksiyonu oldukça düşük insidansa sahip olmasına rağmen[2], Basil O’Connor’ın “March of Dimes” (Metelik Geçit Töreni) adlı reklam kampanyaları bunu yanlış bir şekilde sanki dört bir yanda kol gezip insaları kötürüm bırakan amansız bir hastalık olarak yansıtıyor. Basil O’Connor, Salk’un aşısını fonlamak için bu kampanyayla yılda 45 milyon dolar toplayadursun, dönemin bilimadamları Coxsackie, echo ve enterovirüsler gibi başka virüslerin de polio’ya yol açabildiğini farketmeye başlıyorlar. Bilimadamları ayrıca kurşun, arsenik, DDT ve kullanımı yaygın diğer nörotoksinlerin de polio’yla birebir aynı lezyonları oluşturduğunu ifade etmeye başlıyorlar. ABD’deki büyük salgınlar süresince alternatif hekimler, o günün koşullarında mevcut detoks protokolleri ile büyük bir başarıyla hastalık patolojisini tersine çevirmeyi başarıyor, ancak bu tedavi yöntemleri ve elde edilen başarı koşulsuz şekilde yok sayılıyor[3].
Bugün artık tıp literatüründe polio’ya başka virüslerin de yol açabileceği kabul edilmişken, genel kamuoyunun bundan haberi dahi yok.
1954’ten önce Transvers Miyelit, viral veya “aseptik” menenjit, (Franklin, D. Roosevelt’in muzdarip olduğu) Guillain-Barre Sendromu (GBS)[4], Çin Paralitik Sendromu, Kronik Yorgunluk Sendromu, epidemik kolera, kolera morbus, spinal menenjit, spinal apopleksi, inhibitör palsi, aralıklı ateş, tifüs (lekeli humma), worm fever, safra çıkışlı remitan ateş, ergotizm, post-polio sendromu, akut flask paralizi (AFP) gibi hastalıkların “poliomiyelit” (polio sekeli) adı ardına saklandığına hiç şüphe yok.
“Akut Flask Paralizi” şemsiye terimi altında ise Poliomiyelit, Transvers Miyelit, Guillain-Barre sendromu, enteroviral ensefalopati, travmatik nörit, Reye’s sendromu vb hastalıklar toplanıyor.
Polio’nun eradike edildiğine inanmadan önce şu AFP ve Polio grafiğine bir bakın. 1996 öncesine ait veri niye yok diye merak edecek olursanız da, DSÖ’nün websitesinde AFP sayfasına gidebilir, burada 1996 öncesine ait veri bulunmadığını ancak AFP’nin bugün 2011’de dahi yükselişte olduğunu görebilirsiniz. Akut Flask Paralizi (AFP), 1955’te adı polio olan ve aniden gelişen felç durumunu anlatmak için kullanılan bir isim sadece. Akut polio’ya dair en sık görülen belirti ve polio salgınlarında sürveyansta kullanılıyor. AFP bundan başka enterovirüsler, echovirüsler, adenovirüsler ve diğer bazı patojenik ajanlarla da ilişkilendiriliyor. Ancak 1955’te AFP olgularında polio haricinde bir şey saptamak için herhangi bir çaba görmüyoruz. Aşı kitlesel pazarlamaya geçtiği andan itibaren ise oyun değişiyor.
İnsanlar bana ‘peki ama tüm o demir ciğerdeki çocuklar bugün nerede’ diye sorduklarında ise John Hopkins’ten Dr. Douglas Kerr’e gidip sormaları gerektiğini söylüyorum. Dr. Kerr, Donna Jackson Nakazawa’nın “The Autoimmune Epidemic” (“Otoimmün Hastalık Salgını”) adlı kitabının sayfa xv’deki önsözünde şöyle diyor:
“Beş aylık bebeklerde bile Transvers Miyelit görülebiliyor ve bunlardan bir kısmı kalıcı felç geçirip ömür boyu nefes alabilmek için solunum cihazına bağımlı hale geliyor… John Hopkins Hastanesi’ndeki meslektaşlarım ve ben her yıl yüzlerce yeni vaka görüyor veya duyuyoruz.”
Acaba bir zamanlar adı polio olan bir hastalıktan bugün yüzlerce çocuğun muzdarip olduğunu ve bunların bir kısmının da ‘demir ciğer’ cihazının modern versiyonuna bağımlı yaşadığına dair halkın herhangi bir fikri var mı? Hayır. Bugün ebeveynler, korku yaratmak için gözlerine habire demir ciğerlere sokulmuş çocukların fotoğrafları sokulmadığı için Salk’un aşısının solunum cihazlarına gereksinimi tamamen ortadan kaldırdığına inanıyor. Üstelik, bugünün “demir ciğer”leri öyle denizaltı prototipi gibi de gözükmüyor. Bunların bugünün “solunum cihazları” olduğu hemen hiç fark edilmiyor bile.
Polio aşısı, FDA (Amerikan Gıda ve İlaç Dairesi) tarihinin en hızlı ruhsatlandırılmış ilacı olma özelliğine sahip. Ticari üretim iznini Ruhsatlandırma Komitesi’nin baskı altında yürütülen yalnızca 2 saatlik toplantısının ardından alıveriyor. Bu komitede görevli bilimadamları; akademisyen veya hastane hekimleri aşının güvenlik çalışmalarına dair yayımlanmış herhangi bir raporu okuma fırsatı dahi bulamadan ve yürütülen büyük polio deneyinin sonuçları daha herhangi bir tp dergisinde yayımlanmamışken aşının piyasaya sürülüşüne şahit oluyor. Şayet bu bilimadamlarına daha fazla sözhakkı verilmiş olsaydı, herikisi de aşının alelacele ruhsatlandırılmasından sadece bir iki hafta sonra aşılananlarda felç ve ölüme yol açan “Cutter” Felaketi ve “Wyeth” Problemi gibi olaylar muhtemelen yaşanmayacaktı.
“Toplantıya kadar aşının dağıtımı deneysel ürün kategorisinde yapılmıştı, ruhsatlı ürün olarak değil…komiteden ivedilikle bir karara varması istendi…Dr. Francis’in verdiği rapor üzerinde biraz tartışıldı ancak bunu derinlemesine tartışacak pozisyonda değildik zira raporu o sabahtan önce görmemiştik bile, sunumun ardından dağıtıldı bize…üzerimizde şu manada bir baskı vardı, bize süratin hayati önem taşıdığı söylendi ve akşam saat 5 olduğunda bazılarımız meseleyi biraz daha tartışma ihtiyacı hissettiğimizi bildirdik. Bize konunun daha fazla tartışılmasının toplantının bir sonraki haftaya kayması demek olduğu ve bu durumda Washington veya Besthesda’ya gitmemiz gerekeceği söylendi, ki çoğu üye bunu yapmak istemiyordu. Yani aslına bakılırsa, normalde yapacağımızdan daha erken karara varmamız için baskı oluşturuldu. …Kararda yaşanan olayların payı vardı anlayacağınız.[5]“
Ve modern zamanların aşılamaya olan inancının temelini oluşturan polio hikayesinin daha sadece başı bu.
Güvenli aşı yoktur. Aşı “etkilidir” dendiğinde bu sadece vücutta antikor yanıtı oluşturduğu anlamına gelir, sizi hastalıktan koruduğu anlamına değil. Çocukları sağlık tutmanın, kan beyin bariyerlerinde yangı oluşturup zayıflatan ve potansiyel olarak enflamasyon ve başka problemlere yol açan hastalık mikrobu, kimyasallar, hayvan DNA’sı, hayvan proteinleri, deterjanlar ve sürfaktanlar zerk etmekten başka birçok yolu var.
Doktorlara tıp fakültesinde aşılarla ilgili verilen eğitim neden ibarettir biliyor musunuz? Pediyatri eğitimimiz sırasında aşıların takvime uygun verilmesi gerektiğini öğreniriz. Çiçek ve polio’nun kökünün aşılarla kurutulmuş olduğunu öğreniriz. Difteri tedavisini öğrenmemize gerek olmadığını, çünkü zaten hiç görmeyeceğimizi öğreniriz. “Aşılar güvenli ve etkilidir” mantrası ile endoktrine oluruz – kaldı ki her iki önerme de gerçek dışıdır.
Doktorlar bugün “tereddütlü” ebeveynlerle nasıl konuşmaları gerektiğine–doğal enfeksiyon risklerini ziyadesiyle şişirip nasıl korkutacaklarına– dair sıkı bir eğitimden geçerler. Anne-babaları aşıya razı etmek için baskı ve zor kullanımının veya çocuğun tıbbi bakımının üslenilmemesiyle tehdit etmenin gerekliliği üzerine eğitilirler. Doktorlara hiçbir aşı hakkında katiyen TEK BİR kötü şey söylenmemesi gerektiği öğretilir.
Tarihsel olarak, ölüm saçan çiçek aşısı zamanından beri toplu aşılama uygulamalarına karşı duruş sergileyen aklı başında, derin, akademik boyutta tartışmalara imkan verilmemiş, susturulma yoluna gidilmiştir. Bu olup bitenler gayet açık ve net şekilde, yandaşçılık ve korporatizmin işgali altındaki sağlık endüstrisinde dönen politik entrikalardan ibarettir.
CNN, Fox haber bültenlerinde veya anaakım literatürde aşılamaya karşı çıkan ciddi anlamda bilgili, saygın doktorların fikirleri yasaklıdır. Bu tip medya kanallarında sesleri duyulduğu takdirde, bugüne kadar saf saf kendilerini dinleyen halk yüzseksen derece dönüş yapar diye herhalde. Oysa anaakım medyanın aşı konusuna uygun bulduğu tanıtım şekli şudur; çoğunlukla, çocuğu aşıdan zarar gördükten sonra aşıya karşıt tavır alan bir anne ya da babanın karşısına TV’de program yapan meşhur bir doktor çıkartılır. Dr. Stork örneğin, Jenny McCarthy’yi konuk ettiği programda JB Handley lafını keserek yanlışını yüzüne vurup seyircilerden de destek alınca tam bir öfke nöbetine tutuluyor.
Dr. Sears’ın aşılamanın tarihi ve bulaşıcı hastalıklarda yaşanan düşüşle ilgili yaptığı düpedüz delüzyonel bildirimleri şimdilik bir tarafa bırakalım. JB Handley’nin programda seyirciden alkış alması ve buna rağmen editlenmemesi televizyonda türüne az rastlanır bir olaydı. Ticari televizyon kanallarındaki standart yaklaşım, medyatik doktora veya Paul Offit gibilere denk aşı-karşıtı bir hekim yokmuş gibi davranmaktır oysa. Bu şekilde, salt küçümsedikleri ve herkesin önünde alt edebilecekleri kişileri alabiliyorlar programlara ancak. JB’yi altta kalmadığı ve bu medyatik doktora haddini bildirdiği için tebrik ediyorum. Aşı oyunu tarih boyunca hep böyle oynanmıştır işte: bilgili, donanımlı doktor ve bilimadamlarının görüşlerini kameralar yansıtmasın, hakemli dergilerde yer bulamasın bu görüşler ve aşı-karşıtı pozisyonu sadece kısıtlı bir perspektifle temsil edilsin.
Eğer aşılamanın güvenlik ve etkinliği ile ilgili şüphelerimiz varsa lütfen merakınızı yitirmeyin, zira çocuklarınızın hayatı buna bağlı olabilir. Muhtemelen pek çoğumuz gibi sizin de bu süreçte öğrenilmişliklerden kurtulma yolunda oldukça yol almanız gerekecek.
[1] Clinton R. Miller’ın beyanı, İntensif İmmünizasyon Programları, 15 ve 16 Mayıs, 1962. Eyaletlerarası ve Dış Ticaret Temsilciler Meclisi’nde yürütülen duruşmalar, 87. kongre, ikinci oturum; H. R. 10541.
[2] Meier, P. 1978. “Dünyanın en büyük toplum sağlığı deneyi: Salk poliomiyelit aşısının 1954 deneyi.” İstatistik: Bilinmeyen için Rehber, Ed. J. M. Tanur, ve arkadaşları, sf. 3-15. San Francisco: Holden Day.
[3] Scobey, R. 1952. “Poliomiyelit ile zehir bağlantısı ve araştırmaların engellenişi.” Arch. Pediatr. April;69(4):172-93.
[4] Goldman.2003.”Franklin Delano Roosevelt’in paralitik hastalığının nedeni neydi?” J Med Biog, 11:233-240.
[5] Opening brief of Defendant and Appellant Cutter Laboratories Gottsdanker v. Cutter Laboratories (1960) 182 Cal. App.2d 602 sf. 31-33.
Hepatit B viral bir enfeksiyondur. Belirtileri arasında gribi andırabilecek halsizlik, iştah kaybı, bulantı, kusma, düşük ateş, ishal, kas ve eklem ağrısı bulunur(1). Hepatit B virüsü ile temaslı kişilerin ancak yaklaşık %20’sinde tanının konulmasını sağlayan en belirgin semptom, yani ciltte ve gözlerde sarılık görülür. Sarılık 3 ila 10 gün sürer. Destekleyici ve semptomatik tedavi uygulanır; burada önemli nokta, çoğu kez 4 ila 8 hafta içinde enfeksiyondan iyileşmenin sağlandığıdır(2). Bazı hallerde bu hastalığı kapmış kişiler virüsü taşıdıkları halde bu belirtilen pek azını, hatta hiçbirini göstermez. Akut Hepatit B genelikle birkaç ay içinde vücuttan kendi kendine temizlenir. Çoğu hastanın hastane yatışı gerekmez ve %95’i tamamen iyileşir; hastalığa karşı ömür boyu bağışıklık kazanmış olurlar(3). Virüsle temaslı kişilerin yaklaşık %30‘u sadece grip benzeri belirtiler geliştirir ve tam iyileşme sağlanır; sonuç yine ömür boyu bağışıklıktır. Uzun süreli veya kronik Hepatit B enfeksiyonları tehlikeli olabilir. Tüm belirtileriyle Hepatit B enfeksiyonuna yakalanmış kişilerin yalnızca %3‘ü kronik olarak virüsü vücutlarında taşımaya devam eder. Kişi akut episoddan 6 ay sonra yapılan testlerde kanda virüs saptanmışsa “kronik taşıyıcı” olarak kabul edilir. Taşıyıcı olarak kişi bilmeden virüsü başkalarına bulaştırabilir. Hepatit B tanısı almış kişilerin 6 ay zarfında test yaptırarak taşıyıcı olup olmadıklarını öğrenmeleri gerekir.
Hepatit B virüsü ile enfekte kişilerin oldukça küçük bir bölümü, aktif taşıyıcı olanların ancak yaklaşık %1.25‘i karaciğer hastalığına (siroz) ve kansere çevirir. CDC (American Centres for Disease Control and Prevention/Amerikan Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezi) verilerine göre Hepatit B’ye bağlı yıllık kanserden ölüm vaka sayısı 175 ila 3,700 arasında değişmektedir. Burada belirtilmesi gereken bir nokta da, karaciğer kanserinin akut enfeksiyon episodunu takiben 10 ila 30 sene içinde oluştuğunun düşünüldüğüdür(4).
Hastalığı kapanların %50’si belirti geliştirmez; iyileşerek ömür boyu bağışıklık kazanır (bu kişiler hastalığı geçirdiğini bile fark etmez),
Hastalığı kapanların %30’u sadece grip benzeri belirtilerle hastalığı atlatır; ömür boyu bağışıklık kazanır,
Hastalığı kapanların %20’si Hepatit B tanısı almalarına neden olacak belirtileri (bulantı, kusma, sarılık, artmış karaciğer enzim değerleri) gösterir, yani kendini doktora gidecek kadar hasta hisseder,
Belirti geliştiren bu %20’lik kesimin %95‘i hastalıktan tamamen iyileşir; ömür boyu bağışıklık kazanır.
Sonuç olarak, Hepatit B geçirmiş kişilerin yalnızca %5’ten az bir bölümü hastalık rezervuarı olarak adlandırılabilecek duruma, yani kronik taşıyıcılık durumuna geçer. Bunların ise,
%25’i (toplam Hepatit B’li hastaların %1.25‘i) karaciğer rahatsızlığı ve kanser geliştirir; bu rahatsızlıklar ise akut epizoddan 10 ila 30 sene sonra başgöstermektedir.
Bu verilerden sonra, üniversal olarak uygulanan Hep-B aşılaması hakkında kişilerin gerçek manada aydınlatılmış onam haklarını kullanabilmeleri için yapılması gereken, ancak sağlık yetkililerinin ve aşı üreticilerinin aşı promosyonu kapsamında hastalığın gerçek prevelansı ve riskleri hakkında belirtmedikleri diğer bazı bilgilere geçelim. Bu bilgileri değerlendirirken de, Dünya Sağlık Örgütü yönergelerine göre yeni bir aşının ülke ulusal aşı takvimine ekleme kararı verilebilmesi için gerekli şu koşulları da aklımızda tutalım:
Hastalık bir toplum sağlığı sorunu mudur?
Hastalıkla ilgili en iyi kontrol yöntemi aşılama mıdır?
Varolan aşılama programı yeni bir aşının yükünü kaldıracak kadar iyi çalışmakta mıdır?
Aşının etkinliği, güvenilirliği ve gideri nedir?
Aşıdan beklenen tam yarar nedir?
Yeni aşı programa nasıl yerleştirilecektir?
– Hepatit B aşılamasının yapılmasının asıl ve esas nedeni, toplumdaki Hepatit B vakalarının ileride siroz veya kansere çevirme potansiyelinin ortadan kaldırılmasıdır. Bu potansiyelin ise tüm hastalık olgularının ancak %1.25’i kadar olduğunu belirtmiştik.
– Dünya çapında yaklaşık 350 milyon kişinin (dünya nüfusunun yaklaşık %5’i) HBV ile kronik olarak enfekte olduğu bildirilmekte, halen dünyada her yıl 250.000 kadar kişinin Hepatit B’nin akut veya kronik komplikasyonları nedeniyle öldüğü tahmin edilmektedir(5). Hastalığın yayılmasında en büyük etmen, dünyadaki bu 350 milyonluk rezervuar olan taşıyıcılardır(6). Ancak burada önemli olan nokta, Hepatit B virüs taşıyıcılarının %90’ından fazlasının Asya, Sahra altı ve Afrika ülkeleri gibi temel sağlık hizmetlerinin yetersiz olduğu, az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde yaşadıklarıdır(7). Bahsi geçen bölgelerdeki çoğu ülkede seks turizmi ve uyuşturucu kullanımının yasal olduğu, hijyen koşullarının ise yok denecek kadar az olduğu dikkatlerden kaçmamalıdır. Bu ülkelerde Hepatit B süt çocukluğu ve erken çocukluk çağının hastalığı olup ya anneden bebeğe perinatal dönemde ( vertikal geçiş ) ya da HBsAg pozitifliği olan bireylerle yakın temas (horizontal geçiş) ile bulaşmaktadır(8). Türkiye’de ise 0-5 yaş grubu çalışmalar oldukça kısıtlı olmasına rağmen, ülkemizde anneden bebeğe vertikal HBV bulaşının önemli oranda olmadığı belirtilmektedir(9).
– Hepatit B insidansının dünya genelinde %70 gibi bir oranla sadece riskli gruplarda görüldüğü bilinmekte, %10’un üzerinde yüksek endemite gösteren bölgeler haricinde HBV enfeksiyonunun bebek ve çocuklar için yüksek risk taşımadığı bilinmektedir. Ülkemizde HBV için riskli gruplar aşağıdaki gibi olmasına ve bölgeler arasında oldukça farklı endemite oranları bulunmasına rağmen, 1998 yılından itibaren annenin taşıyıcı olup olmadığına bakılmaksızın Türkiye’de ülke çapında tüm yenidoğanların 3 doz Hepatit B aşısı ile aşılanması gibi üniversal bir uygulamaya geçilmiştir.
– Hepatit B’ye yakalanma riski en büyük gruplar çoklu partner ile korunmadan cinsel ilişkiye giren heteroseksüller, hayat kadınları, cinsel olarak aktif eşcinsel erkekler, damardan uyuşturucu madde alanlar, enfekte olmuş vücut sıvılarıyla temas halindeki sağlık çalışanları ve kronik hepatit B enfeksiyonu olan kişilerle aynı evde yaşayanlardır(10). Enfekte annelerden doğan bebeklerin bu hastalığa yakalanma riski sağlıklı annelerden doğan bebeklere göre daha fazladır. Hasta olup olmadığını anlamak için gebeler gerekirse test yaptırabilirler(11). Ancak bu hastalık çocuklarda nadiren görülür.
– Hepatit B ile sürekli temas halinin birtakım faydaları da mevcuttur. Örneğin, American Journal of Epidemiology (Amerikan Epidemiyoloji Dergisi)‘nin yayınladığı bir araştırmaya göre sağlık çalışanlarının kanla temas sıklığında dolayı Hepatit B kapma riski artıyor, hastalarla temas sıklığından dolayı değil. Araştırma yazarlarının vardığı sonuç, sağlık çalışanları düşük dereceli Hepatit B’ye sürekli maruz kalmak suretiyle hastalığa yakalanmaktan ziyade pasif bağışıklık geliştirmekteler(12).
– Bir başka kaynak, Türkiye’de Hepatit B enfeksiyonunun daha sık görüldüğü özel nüfus gruplarını işitme engelliler, temizlikçiler, kuaförler, kasaplar, kafe-restoran çalışanları ve mahkumlar olarak vermiştir(13).
– Türkiye’de HBV enfeksiyonu ile ilgili yapılan çalışmaların çoğu kesin ve sağlıklı epidemiyolojik yorumlar yapmak için yeterli düzeyde değildir. Çalışmalarda kullanılan test yöntemleri farklı, sayıları az, özellikleri farklıdır; bu yüzden çelişkili sonuçlar ortaya çıkmaktadır. Gerçek prevelansı belirlemek için istatistik prensiplerine bağlı kalınarak ciddi ve büyük çaplı, iyi planlanmış, tek elden yönetilen çok merkezli çalışmalar yapılmalıdır(14).
– Ülkemizde Kızılay Kan Merkezi (KKM) ve GATA Kan Merkezi’nde yapılan taramalarda ağırlıklı olarak asker donörlerin kan örnekleri kullanılmaktadır, kaldı ki asker donörlerde HBsAg pozitifliği sivil nüfusa göre daha yüksektir. Bunda da Doğu ve Güneydoğu’dan gelen askerlerin yoğunluğu dikkate alınmalıdır. Ayrıca, donörler içinde asker, mahkum ve paralı donörlerin sayısının artmasıyla istatistiklere yansıyan HBsAg oranı da artmaktadır(15).
– Donör dışı normal popülasyon çalışmaları arasında da bir standardizasyon yoktur. Bu çalışmaların çoğu kentlerde yaşayan erişkinlerde yapılmıştır. Halbuki toplumdaki normal popülasyona ait gerçek insidansı bulabilmek için kentler ve kırsal kesimdeki tüm yaş gruplarının taranması gerekir. Çocuk yaş grubunda yapılmış çalışma çok azdır. Bu çalışmalara bakarak ülkemizde HBV enfeksiyonunun hangi yaşlarda alındığını ve bulaşma kalıbını söylemek zordur(16).
– Yukarıdaki çıkarımları yapan Prof. Dr. İsmail Balık’ın 1997 yılında yayımlanmış “Türkiye’de Hepatit B’nin Epidemiyolojisi” adlı makalesi, Türkiye’de her 3 kişiden 1’inin HBV enfeksiyonu geçirmiş olduğu “varsayımı” için referans verilen kaynak olduğu için bu hesabın neye dayandığını irdelemek gerekir. Kendisi şöyle diyor: “HBV infeksiyonu prevelansını saptamak için HBsAg ile birlikte anti-HBs’nin [kişinin HBV enfeksiyonu geçirerek bağışıklık kazandığını belirten kandaki antikor göstergesi] taranması gerekir. Anti-HBs fazla çalışılmamıştır. %20.6 – 52.3 arasında değişen oranlar elde edilmiştir (Tablo 4). Buna göre toplam seropozitivite oranı (HBsAG + Anti-HBs) %26.2 – 68.8‘dir. Yani ülkemizde en azından 3 kişiden 1’i HBV ile infekte olmuştur.”
Tablo 4’e bakıldığında, 1976 – 1994 yılları arasında, ağırlık 1990 öncesi dönemde olmak üzere, hassasiyetleri arasında 100 katlık değişimlerin görüldüğü 9 değişik ölçüm tekniği kullanılarak irili ufaklı [52 ila 2 milyon kişilik gruplarda yapılmış] toplam 42 HBV enfeksiyonu çalışması yapıldığını ve bunlardan yalnızca 8‘inde aynı zamanda seropozitivitenin çalışılmış olduğunu görüyoruz. Bunlar:
Ankara: 1200 + bilimeyen sayıdaki “gebe” ve “donör”lerden oluşan nüfus gruplarında, 1988-89 yıllarında yapılmış 2 çalışma,
İstanbul: Toplam 1186 kişilik “kırsal kesim” ve “donör” gruplarında 1990 yılında yapılmış 2 çalışma,
Diyarbakır: 1985-87 yıllarında toplam 2852 kişilik “kırsal kesim” ve “donör” grubunda yapılmış 3 çalışma,
Elazığ: 1990 yılında toplam 90 kişilik “donör” grubunda yapılmış 1 çalışmadan oluşuyor.
Yani, bugün hala Türkiye nüfusundaki HBV prevelansı için ilki 1990 yılında İstanbul’da 500 kişilik “kırsal kesim” grubunda, diğeri 1987 yılında Diyarbakır’daki 464 kişilik “kırsal kesim” grubu HBsAg ve Anti-HBs pozitivitesine bakılarak yapılmış 2 çalışmanın verilerine göre “tahmin” yapılmakta. Ölçüm yapılan grubun genişliği, etnisisite, yaş, cinsiyet, sosyo-ekonomik durum, beslenme, coğrafi konum, kullanılan test ve ölçüm metodu, ölçüm yılı vb ölçütler bakımından bu veriler ne o günün şartlarında sağlıklı bir değerlendirme yapmak için yeterlidir ne de 20 yılı aşkın bir süre sonra günümüz Türkiye’sinin genel nüfus ve sağlık durumuyla ilişkilendirilebilir. Oysa bu sağlıksız veriler tıpkı bir mantra gibi günümüzdeki HBV prevelansı için tekrarlanmaktadır. Çeşitli uzmanların da belirttiği gibi Türkiye’de şu anki gerçek HBV enfeksiyonu oranlarının belirlenebilmesi için Türkiye’nin her bölgesinde, tüm yaş gruplarından yeterli sayıda denek üzerinde tek merkezden yürütülen ve standardizasyonu sağlanmış tarama çalışması yapılması gereklidir. Bu yapılana dek, Türkiye’de her 3 kişiden birinin HBV ile enfekte olmuş olduğu bilgisinin bilimsel bir geçerliliği olmayacaktır.
– Anne kronik taşıyıcı olmadığı müddetçe yenidoğanlar için risk, ancak ve ancak kontamine kan transfüzyonu olması veya Hepatit B’nin endemik olduğu; sosyo-ekenomik gelişmişliği düşük, hijyenin olmadığı ve kalabalık yaşam koşullarının hüküm sürdüğü bölgelerde aktif taşıyıcı bir veya daha fazla aile bireyiyle sürekli ve uzun kişisel temas olması durumunda sözkonusudur [horizontal bulaş]. Ülkemizde özellikle 1998 sonrası Hep-B aşılamasına geçilmesinin ardından yayımlanan çalışmalarda horizontal bulaşın Türkiye’de önemli bir orana sahip olduğu, bu yüzden de bebek ve çocukların mutlaka aşılanması gerektiği yönünde bildirimler kol gezmekte. Ancak bilinmesi gereken nokta, hepatit B virüsü (HBV) ve hepatit C virüsü (HCV) sağlam deriden geçemez, bütünlüğü bozulmuş deriden bulaşır. Bulaşma yolu, kan miktarı ve kandaki virüs miktarı ile; bulaşma oranı, bulaştan sonra antikor gelişmesi ve bu antikorun saptanabilmesi için geçen süre değişmektedir(17).
– Hepatit B’nin yaygınlığı ülkemizde değişik yörelerde değişik oranlarda karşımıza çıkmakta, kabaca batıdan doğuya doğru gidildikçe prevelansın arttığı görülmektedir. Ancak yine de yöresel farklılıkların daha ağır bastığı, HBsAg pozitifliğinin Eskişehir, Antalya, Diyarbakır, Adana, Elazığ, Sivas ve Erzurum’da en yüksek oranlarda bulunması ile anlaşılmaktadır. Yüksek endemisite bölgesi hiç kuşkusuz %10’lara varan HBsAg oranıyla Diyarbakır bölgesidir(18).
– Viral Hepatitlerden A, B, C, ve D için 2009 yılında Türkiye’nin en kapsamlı prevelans çalışması yürüten araştırmacıların da belirttiği gibi “Türkiye’de viral hepatitlerin gerçek prevelans ve bulaşma yolları bilinmemektedir”.
Bu durumda,
Türkiye’nin her bölgesi HBV enfeksiyonu riski bakımından eşit olmadığı gibi Hepatit B kişilerin sağlık durumları gözetilmeksizin ulusal çapta, riskli gruplar haricinde özellikle yenidoğanları aşılamayı gerektirecek bir sağlık sorunu değildir. Diğer pekçok gelişmiş Avrupa ülkesi gibi hamilelikte annenin, eşinin HBv taşıyıcısı olup olmadığının saptanması ve eğer gerekiyorsa bebeğin doğum sonrası aşılanması gereksiz aşılanmayı ve beraberinde getirebileceği sağlık sorunlarını önlemek açısından elzemdir. Annelere, HBsAg (yüzey antijeni) dışında bulaşıcı özellikteki “core DNA”nın varlığının bebeklerine Hepatit B’yi geçirip geçirmemelerinde belirleyici faktör olduğu anlatılmalıdır.
Hamilelere, şayet core enfektöz antijeni taşıyorlarsa bunu bebeklerine geçirme potansiyelinin mevcut olduğu, bu durumda immünoglobulin ve aşı seçeneklerinin uygulanabileceği, ancak aşı ve immünoglobulin uygulamasının bebeklerini yine de korumama olasılığının bulunduğu anlatılmalıdır(19).
Tüm bunların yanısıra hiç bahsi geçmeyen temel bilgiler, yani aşının içeriği ve aşı üreticisinin yan etkiler konusunda prospektüse koyduğu bilgiler anne-babalara objektif ve eksiksiz şekilde anlatılmalıdır ki aileleri için gerçek risk/fayda değerlendirmesini yapabilsinler.
Anne-babalara söylenmesi gereken bir başka önemli şey de “SELENYUM EKSİKLİĞİ”nin Hepatit B enfeksiyonu ve karaciğer kanseri riskini büyük ölçüde arttırdığıdır. Çin’de toprağının selenyum bakımından fakir olduğu bilinen şehirlerdeki deneklerin diyeti selenyumla desteklendiğinde viral hepatitlere ve karaciğer kanserine karşı önemli ölçüde koruma sağladığı tespit edilmiştir(20). Çin’de yapılan bir diğer çalışmada da şöyle denilmektedir: “Epidemiyolojik çalışmalar, toprakta düşük Se içeriğinin yöresel olarak yüksek Hepatit B enfeksiyonu ile ilişkisini ortaya koymaktadır”. Türkiye’nin 7 coğrafi bölgesinde yapılan toprak ve ürün analizlerinde de selenyum eksikliği ortaya konulmuştur(21); benzer şekilde İspanya ve Yunanistan Avrupa’da selenyum eksikliğinin en fazla olduğu ülkelerdir(22). Türkiye HBV enfeksiyonu açısından orta endemisite gösteren bir ülke olmasına rağmen Hepatit B enfeksiyonun yüksek endemisite gösterdiği Çin’de selenyumla ilgili yapılan çalışmalar basit bir gıda takviyesiyle enfeksiyonun büyük oranda önlenebileceğini ortaya koymuşken yetkililerin doğrudan üniversal aşılamaya geçmesi ve halkı bu tip bilimsel bulgulardan haberdar etmemesi son derece düşündürücüdür.
Anne-babalara Hepatit B için verilen mesaj şudur: “Korunmasız (aşısız) bebekler hastalığa yakalandıkları takdirde karaciğer yetmezliği geliştirebilir ve ölebilirler”. Yine yanlış bir önerme: anne herhangi bir şekilde taşıyıcı değilse ve bebek enfekte kanla perkütan yolla temas etmemişse bu risk yok denecek kadar azdır. Özellikle 1998 yılından sonra sağlık yetkililerinden duyulan şey ise, 0-5 yaş grubu üzerinde çalışmalar yok denecek kadar azken, Türkiye’de aile içi yakın temas yoluyla HBV bulaşının ne kadar yüksek bir risk faktörü olduğudur ve tabii Türkiye’de her 3 kişiden birinin HBV ile enfekte olduğu gibi bilimsel temeli zayıf varsayımlar ile birleştiğinde aileler hastalığın gerçek bulaşma riski hakkında gerçek bilimsel bilgilerden mahrum edilmektedir. Burada bahsi edilmeyen bir ikinci şey ise iki tip taşıyıcı olduğudur; enfektöz özelliği olmayan yüzey antijeni taşıyıcıları ve potansiyel olarak bulaşıcı özellik taşıyan core DNA taşıyıcıları(23). HBV kanda ve seröz sıvılarda yüksek konsantrasyonlarda bulunur. Yapılan çalışmalarda bulaş oranı HBeAg pozitif kaynaklardan %19-40, HBeAg negatiflerden %5-6 olarak tespit edilmiştir(24). Ayrıca, kronik taşıyıcıların çoğunluğu siroz geliştirmemekte, sirozlu olanların ise yine çoğu primer karaciğer kanserine çevirmemektedir(25). Aşı promosyonu ile verilen intiba sanki kronik hepatite bağlı tüm kanser vakalarının bu aşıyla ortadan kaldırılabileceğidir, ki bu doğru bir önerme değildir.
Prof. Dr. Çakaloğlu, 15’inci Gastroenteroloji Kongresi’nde, enfeksiyonu ‘sessizce’ geçirmenin [yani toplam Hepatit B’li hastaların %3.75‘ini oluşturan inaktif kronik Hepatit B taşıyıcılığı] ileride yarattığı büyük sağlık riskine dikkat çekerek, ‘‘Türkiye’de karaciğer sirozu vakalarının yüzde 50’si, karaciğer kanseri vakalarının da yüzde 40′ından Hepatit B virüsü sorumlu” diye belirtmiş. Demek ki ne siroz ne de karaciğer kanseri için tek neden HBV enfeksiyonu değilmiş. Peki siroz için geri kalan %50, karaciğer kanseri için de geri kalan %60’lık orandan ne sorumludur? Amerika’dan örnek verelim:
“Amerika Birleşik Devletleri’nde primer hepatik kansere kronik Hepatit B enfeksiyonundan ziyade alkol nedeniyle oluşan siroz yol açmaktadır.”(26)
Ve bir diğer makaleden alıntı:
“Semptomatik Hepatit B taşıyıcılarının alkol kullandıkları takdirde çok daha yüksek oranda hepatoselüler anomali geliştirdikleri açık bir şekilde gösterilmiştir . . . hepatotoksik maddelerin karaciğerde sinerjik etkiye sahip oldukları ve karaciğer hücre tahribatının kronik taşıyıcılık durumunda görülme şansının daha yüksek olduğu düşünülmektedir”(27).
Harrison’s Principles of Internal Medicine‘ın 14. baskısında, aralarında oral doğum kontrol hapları da olmak üzere karaciğer kanserine yol açan toksin ve ilaçlara dair uzun bir liste bulunmaktadır. Bir başka kitapta ise kişilerin virüsü vücutlarından temizleyebilmelerini önleyen ve böylelikle karaciğer kanseri riskini arttıran bir bağışıklık sistemi kusurundan bahsedilmektedir. Yürütülen bir aşı deneyinde de aşıya immün yanıt geliştirmemiş kişilerde benzer bir kusurdan bahsedilmektedir(28).
O halde, Hepatit B aşısından sonra vücudunda antikor oluşmayan kişilerde immün sistemi bozukluğu var diyebilir miyiz? Acaba toplumda Hepatit B enfeksiyonu dışındaki pekçok diğer kaynaktan karaciğerler kanseri geliştirme riski çok daha yüksek olanlar da bu kişiler midir? Peki nedir bu risk faktörleri acaba?
Örneğin 1986’da yayınlanan bir makalede, “tek bir besin öğesi eksikliğinin olması durumunda bile bağışıklık sistemin işleyişinin bütünüyle zarar gördüğü”belirtilmiş. Yazıda atıfta bulunulan bilimsel çalışmada ise Amerika’daki hastanelerden yatan hastaların %88‘inde en az bir besin öğesi eksikliği, hastaların %59‘unda ise iki veya daha fazla besin öğesi eksikliği olduğu belirtilmiş(29).
Türkiye’deki gıdalarda yeterli düzeyde selenyum olmadığından bahsetmiştik, ancak tam olarak kaç kişinin bundan haberi var acaba? Selenyum eksikliğinin bağışıklık sistemi işleyişinde bozukluklara yol açtığı, prostat kanseri ve diğer pekçok sağlık sorununda etkin rolü olduğu biliniyorken acaba karaciğer kanseriyle de ilişkisi olabilir mi? Çin’de yapılan bilimsel araştırmalara göre, evet.
Hepatit B kapmış kişilerin %80’i belirtisiz veya çok hafif belirtilerle bu hastalığı atlatıyor ve doğrudan bağışıklık kazanıyorken, hastalığı ağır geçirenlerde asıl sorun beslenme zaafiyeti ve buna bağlı bağışıklık sistemi zayıflığı ile alakalı olabilir mi?
Tabii buna bir diğer faktör, yani sigaranın da etkilerini de eklemek lazım; 1988’de yayımlanan bir makalede “Tütün ürünlerindeki nikotinin kanser hücreleri için bir tur rehberi gibi çalışabileceği ve hastalığın vücutta yayılmasına neden olabileceği” belirtilmiş. Bu noktada birtakım soruların sorulması gerekmez mi, zira dünya genelinde yüksek risk grubundaki taşıyıcı ve karaciğer kanserlilerde alkol, sigara ve karaciğer tahribatında etkisi kanıtlanmış reçeteli ilaç kullanımının yaygın olması neredeyse genel bir kural değil midir?
Peki Türkiye’de her yenidoğanın aşılanması yoluna gidilmeden önce taşıyıcılık oranlarında etkisi olan bu değişkenler veya diyet, alkol, sigara ve ilaç kullanımının bağışıklık, karaciğer fonksiyonu ve kanserle ilişkisine dair mevcut bilimsel veriler gündeme getirilmiş ve tartışılmış mıdır? Görülen o ki, hayır.
– Riskli gruplar olarak belirtilen evsizler, çoklu partnerle cinsel ilişkide bulunanlar, hapishane mahkumları, damar içi uyuşturucu müptelaları ile sigara ve alkol bağımlılarında akut Hepatit B enfeksiyonu sonrası 10 ila 30 yıl gibi bir süreden sonra siroz veya kanser oluşumu gözlemlenmesi ise bizlere bu kötü yaşam koşullarının hastalığın ağırlaşmasındaki büyük etkisini göstermektedir. Kanser oluşumundaki tüm bu risk etmenlerine rağmen CDC gibi resmi sağlık kurumlarının Hepatit B aşısını bizlere ilk kanser aşısı olarak lanse etmesi bilimsel geçerliliği sorgulanması gereken, oldukça yanıltıcı bir promosyon taktiği olmaktan öteye geçememektedir.
Hepatit B Bulaş Yolları
1. Parenteral (kan ve kan ürünleri aktarımı ve damardan uyuşturucu kullanımı sırasında)
2. Perinatal (doğum sürecinde, HBV taşıyıcısı anneden bebeğe vertikal/dikey geçiş yoluyla; yüksek endemite görülen bölgelerde daha sık rastlanır. Türkiye’de HBV için önemli bir bulaş yolu olmadığı gösterilmiştir)
3. Cinsel
4. Horizontal (gösterilebilir parenteral, cinsel veya perinatal temas olmamasına karşın meydana gelen, insandan insana zedelenmiş deri ya da mukoza aracılığıyla ve ortak kullanım alanları nedeniyle meydana geldiği düşünülen bulaş şekli)
Amerika Birleşik Devletleri’nde yetişkinler arasındaki yeni olguların yaklaşık yarısı cinsel ilişki yoluyla gerçekleşmektedir. Virüs enfekte kişinin kan, tükrük ve meni gibi vücut sıvılarıyla temas yoluyla bulaşır. (Virüs vücut dışında 1 hafta süreyle bulaşıcılığını korur.) İnkübasyon (kuluçka) süresi – yani, virüs vücuda girdikten sonra hastalık belirtilerinin ortaya çıkımına kadar geçen süre- 6 hafta ila 6 ay arasında değişir. Yeni olguların %15 gibi bir bölümünü de uyuşturucu enjekte eden kişiler arasında enfekte bir kişiyle iğne paylaşanlar oluşturur. Kullanılmış bir iğnenin batması, düzgün test edilmemiş kan transfüzyonu veya doğum esnasında enfekte anneden bebeğe geçmesi gibi yollardan da hastalık bulaşabilir(30).
HBV’nin bulaşmasında, HBsAg pozitif kişiler dışında kronik hastalar ve akut enfeksiyonu geçirmekte olan bireylerin kan ve vücut sıvıları önemli rol oynar. Enfeksiyöz HBV partikülleri yalnızca serum, tükrük ve menide kesin olarak gösterilebilmiştir(31).
Kan ve kan ürünleriyle temas ve transfüzyon (kan nakli)
Kontamine iğne, enjektör, bistürü, sonda, endoskop vs.
Hemodiyaliz,
Damardan uyuşturucu kullanımı
Oral veya diş cerrahisi
Akapunktur, dövme, kulak delme, traş, diş fırçası, manikür vs.
Prof. Dr. Reşit Mıstık’ın “Ülkemizde Kronik Viral Hepatitlerin Epidemiyolojisi”adlı çalışmasında belirttiği gibi “Kan donör çalışmaları HBsAg pozitifliğinin ülkemizde yıllar içinde azaldığını göstermektedir (%5.2’den %2.97’ye). Bu azalmanın donör tarama programlarının iyileştirilmesi, aşılama veya belki de daha önemlisi 1986’dan itibaren tek kullanımlık tıbbi malzeme kullanımı ve artan toplum bilinci ile oluştuğu düşünülebilir”.
Bu noktada, kan donörü tarama programlarındaki iyileşmeye bir örnek olarak, Ocak-Aralık 2007 tarihinde Çapa Kızılay Kan Merkezi Müdürlüğü’nde EIA cihazıyla seropozitif bulunmuş kan örneklerinin 2. kez sağlama taramalarının yapıldığı HBsAg çalışmasını verebiliriz. Bu çalışmaya göre toplam 72,695 kan bağışçısından 1,377’sinde ilk tarama sonucunda HBsAg pozitifliği bulunmuş, bu kanlar ikinci kez çalışıldığında da tekrarlayan pozitiflik oranı %92.8 olarak bulunmuş. Tarama testi sonuçlarına göre HBsAg seropozitiflik oranı %1.76 olarak kaydedilmiştir.
En son teknoloji kullanılarak ve sağlama maksadıyla kanların tekrarlı olarak çalışıldığı bu denli geniş kapsamlı çalışmalar gerçek HBsAg prevelansı için daha sağlıklı epidemiyolojik yorumlar yapılmasına olanak sağlayacaktır. Ancak maliyeti oldukça yüksek bu çalışmanın Türkiye’nin her bölgesinde uygulanabilirliği soru işaretidir.
1998’de üniversal yenidoğan aşılamasına geçilmeden önce yalnızca riskli yetişkin grupları için aşılama seçeneği mevcut ve bunun kapsayıcılığı da hem toplum genelinde hem de hastalığın yoğun olarak görüldüğü doğu ve güneydoğu bölgeleri düşünüldüğünde oldukça düşükken, yıllar içerisinde HBsAG pozitifliğinin düşüş göstermesinde belli ki aşı baş faktör değildir. En önemli bulaş yolu doğrudan enfekte kan ve kan ürünleriyle temas olan bu hastalık için,
özellikle Kızılay Kan Merkezi ve hastanelerin kan merkezlerinde 2000’li yılların ortalarına kadar ağırlıklı olarak paralı donör, asker ve mahkumlardan toplanan kanların kullanılması(32),
bu grupların HBV enfeksiyonunun yüksek oranda görüldüğü gruplar olması(33),
1983 yılında, 2857 sayılı “Kan ve Kan Ürünleri” kanununun çıkmasıyla HBsAG, RPR ve sıtma için kalın damla taraması zorunlu testler olarak kabul edilmesine rağmen, ülkemizde ancak Nisan 1992‘de Hepatit B yüzey antijeni (HBsAg) taramasının sistematik olarak uygulamaya girmesi(34),
Ancak HBV’nin aylar süren inkübasyon döneminin olması, serolojik testlerin negatif kaldığı bir pencere döneminin olması, depolanan kan ürünlerinde uzun süre kalabilmeleri nedeni ile transfüzyon ile bulaşma riskinin ortadan kalkmamış olması(35),
1980’lerin başında dünyada HIV salgını başgöstermeden önce yukarıda da belirtildiği gibi ülkemizde “tek kullanımlık tıbbi malzeme” kullanımının olmaması,
Prof. Dr. Reşit Mıstık’ın belirttiği gibi bulaş yolu dağınık bir profil izleyen Türkiye erişkin grubunda hastanelerde veya sağlık kurumlarında uygulanan asepsi, antisepsi, dezinfeksiyon ve sterilizasyonun yeterli olmaması nedenleriyle bulaş riskinin cinsel temas ve sağlık personeli gibi risklerdeki sorundan daha fazla olduğunun görülmesi,
Türkiye’de 1996 yılında Kan Merkezleri ve Transfüzyon Derneği’nin (KMTD) kurulmasının ardından ancak 1997‘de “bağışçı sorgulama formu” oluşturularak kullanımının zorunlu hale getirilmesi(36),
Toplanan kanlarda HBsAG taraması yönetmelik ve genelgelerle zorunlu testler kapsamına alınmış olmasına rağmen bu testlerin %100 güvenli kabul edilemeyeceği; en gelişmiş tekniklerde bile yetersizlik sözkonusu olup güvenli kanın sağlanmasında yapılması gerekenin bağışta bulunan kişilerin bilinçlendirilmesi olduğunun belirtilmesi ve bu amaçla 1 Haziran 2005′te, gönüllülerden alınan kanın usulüne uygun alınması, gerekli testlerden geçirilip sağlık kuruluşuna iletilmesi ve tüm aşamaların otomasyon altında izlenerek ve kaydedilerek yapılmasının amaçlandığı “Güvenli Kan Temini Projesi” nin hayata geçirilmesi(37),
Dünya genelinde kan ve kan ürünlerinin rutin HBsAG taramasından önce, HBV bulaşının en sıknedeninin kan transfüzyonu olması(38),
Türkiye’de rutin taramaların yasal zorunluluk haline getirilmesi ve profesyonel kan vericilerinden gönüllü kan vericiliğine geçişin HBV bulaşını önemli ölçüde azaltmış olması(39),
Günümüzde kullanılan EIA tarama testlerinin çok hassas olup 0,1 ng/ml yoğunluktaki HBsAg’nin tespit edilebiliyor olması, ancak bununla birlikte, kullanılan kitlerin duyarlılık farkları, laboratuvar hataları, gizli HBV enfeksiyonu, akut hepatitin pencere dönemleri, mutant suşlarla enfeksiyon gibi nedenlerle transfüzyon sonrası hepatitlerle halen karşılaşılıyor olması(40),
Ülkemizde Kızılay Kan Merkezi tarafından 5 milyon ünite kanda yapılan seroprevelans değerlendirmesi sonucunda HBsAg oranının %5.1 bulunmuş olması (41),
gibi gerçekler gözönüne alındığında, Türkiye’de HBsAg prevelansının sağlık sistemindeki iyileşmeye paralel olarak gösterdiği düşüş daha anlaşılır hale gelmektedir. Aynı şekilde Türkiye’deki HBV enfeksiyonunda bölgelere göre neden büyük oranda farklılıklar yaşanıyor olduğu da bu perspektiften değerlendirildiğinde anlam kazanmaktadır.
Türkiye’de Hepatit B prevelansına dair istatistiksel veriler
Türk Tabipler Birliği’nin 2006 sağlık istatistikleri raporuna göre 1990-94 yılları arasında Hepatit B morbidite hızı yüzbinde4.38; 1995-99 yılları arası yüzbinde 5.78; 2000-2004 yılları arasında ise yüzbinde 7.88‘dir. Burada gözlemlenen artış, özellikle 1998’te aşı devreye sokulduktan sonra hastalık bildirimlerinin daha sıkı takip edilmesi olabilir. 2009 yılında yürütülen ve bütçesi ilaç firmalarının katılımı ile oluşturulan şimdiye kadarki en geniş kapsamlı araştırma TÜRKHEP 2010 (Türkiye Hepatit Prevelansı) çalışması ile Türkiye genelinde 23 ayrı bölgeden kırsal ve şehiriçi alanlardan 5471 kişi üzerinde tarama yapılmıştır. Çalışmaya 18 yaş üstü kişiler dahil edilmiştir. Türkiye’nin tümünde değerlendirildiğinde Hepatit B taşıyıcılığı (HBS ag+) %4, Hep B virüsü ile karşılaşan ve bağışıklık kazananların oranı ise %32‘dir. Hep-B taşıyıcılığı kadınlarda erkeklere oranla daha az çıkmıştır.
Türkiye’de beklenilenin aksine Hepatit B’nin orta endemik sıklıkta bulunduğu, gençlerde (18-30 yaş arası) %2.7 oranı ile Batılı toplumlar ile benzer bir sıklığa gerilediği gözlemlenmiştir(43).
HBsAg taşıyıcılığı Türkiye genelinde ortalama %4-5 civarında, batı bölgelerde %2-4, doğu ve güneydoğu anadolu bölgelerinde ise sırasıyla %4-8 ve %3.9-12.5‘tur. Özellikle Diyarbakır ve çevresinde bu oran %10’un üzerinde olarak tahmin edilmektedir.
Prof. Dr. Hilal Özcebe’nin editörlüğünde hazırlanmış, “Türkiye’de Çocuk Sağlığının Durumu” adlı raporda TC.Sağlık Bakanlığı Temel Sağlık Hizmetleri Bağışıklama Şubesi’nin basılmamış verilerine göre Hepatit B’nin Türkiye’de 5 yaş altı çocuklarda görülme oranı 2010 yılında yüzbinde 0,5’tir (yani milyonda 5 çocuk). Yani, bir daha altı çizilerek ifade etmek gerekirse, Türkiye’de 0 – 5 yaş arası bebek ve çocuklarda Hepatit B bir halk sağlığı önceliği değildir ve yenidoğanların ulusal çapta aşılanmasını gerektirmemektedir!
Türkiyede Hepatit B virüsü sıklığının yaşa göre dağılımı
TÜRKHEP 2010 çalışmasından elde edilen veriler HepB virüsünün görülme sıklığının %5.3 ile tepe noktasının 50-59 yaş aralığı olduğunu, %2.7‘lik oranla 18-29 yaş arası genç nüfusta HBV (Hepatit B Virüsü) insidansının Batılı toplumlar ile benzer sıklıkta olduğunu ortaya koyuyor. Aynı çalışmada Türkiye genelinde Hepatit C enfeksiyonun da ileriki yaşlarda artış gösterdiği, 18-30 yaş grubunda %0.5’lik orana gerilediği belirtiliyor. Peki aşısı bulunmayan ve bulaş yolu Hepatit B ile aynı olan HCV’nin aynı HBV gibi düşüş eğilimi göstermesinin nedeni ne olabilir? Araştırmacılar bunu toplumun gösterdiği gelişme ve hastanelerde düzelmekte olan koşullara bağlıyor(asena); demek ki aynı yollarla bulaşıcılık gösteren bu iki viral hepatitin insidansında aşılama tek ve en önemli etken değildir.
Türkiye’de 18-29 yaş aralığındaki gençlerde aynı Batılı toplumlardaki gibi düşük düzeyde HBV enfeksiyonu görülmesinde acaba aşılamanın etkisi olabilir mi?
Yenidoğanların Hepatit B aşısı ile 3 doz aşılanmasına 1998 yılında geçildiği; aşı kapsayıcılığının 1999 için %65olarak verilmesi (kaldı ki bu oranda aşı dozu ayrımı yapılmamış, yani yalnızca tek veya iki doz almış olanların da aşılı kategorisine alınıp alınmadığını bilmiyoruz; bu ayrım önemli, zira ancak 3 doz aşı almış olanlarda “koruyuculuğun” %90’ın üzerine çıktığı biliniyor); 3 doz aşı almış olanlarda 7 yıl içinde aşının koruyucu etkisini büyük oranda yitirdiği, en iyi ihtimalle aşının 8 ila 10 yıl gibi bir koruma sağladığı düşünülürse, 2009 yılında gerçekleştirilen TÜRKHEP2010 çalışmasında tarama yapılan 18 yaş grubunda HBV insidansının bu denli düşük çıkmasında, sadece 3 doz aşıyı almış bebeklerin 2009’daki yaşına bakılarak bile aşının herhangi bir rolü olmadığı rahatlıkla görülebilir.
Yıllara Göre Türkiye’de Hepatit-B Aşılama Oranları (%), (1999-2004)
Hepatit B aşılarının yapısı, içeriği ve yan etkilerine geçmeden önce, T.C. Sağlık Bakanlığı’nın aşı onay ve tavsiye kararları ile aşılama politikaları için bilimsel dayanak olarak kullandığı CDC (Amerikan Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezi) makamının açıklamasına bakalım: “Hepatit B aşılaması ile muhtemel olarak ilişkilendirilebilecek herhangi bir istenmeyen etkinin riski, akut ve kronik karaciğer rahatsızlığı riski baz alınarak değerlendirilmelidir“. (MMWR 40 (RR-13); sf10, 11.22.1991).
Şimdi, Türkiye’de yıllık olarak bildirimi yapılan (tüm yaş gruplarındaki) yeni akut Hepatit B olgu sayısını baz alarak Hepatit B enfeksiyonuna bağlı ciddi rahatsızlık ve ölüm riski aşağı yukarı nedir bakalım:
En Kötü Senaryo
En İyi Senaryo
HBV Enfeksiyon Yüzdesi
TR’de yıllık akut Hep-B olgu sayısı
100,000**
15,000* (toplam nüfusun*** 10bin’de 2.12’si)
İyileşen Olgu Sayısı
95,000+
14,250+
%95
Sağlıklı Kronik Taşıyıcı Sayısı
3,750+
562.5+
%3.75
Bu sayıda kişi şayet kan ürünlerini paylaşmıyor ise hastalığı yayma riskleri yalnızca gebelik durumunda doğacak bebek(ler) ve cinsel beraberlik yaşadıkları kişiler ile sınırlı kalacaktır
Siroz ve Kanser Olgusu Sayısı
1,250+
187.5+
%1.25
2003 yılında toplam 1,174,831 canlı doğum üzerinden hesaplandığında, bundan 10 ila 30 yıl sonra 187.5+ kronik karaciğer rahatsızlığını önlemek için haftada 22,593 bebeğin aşılanması öngörülmektedir.
**Hepatit B enfeksyonlarının ancak %20’lik bir bölümü doktor kontrolü gerektirecek klinik semptom oluşturduğundan, buna göre 20,000 bildirimi yapılan olgu üzerinden hesaplanmıştır.
***2003 yılı sonunda Türkiye nüfusu 70 milyon 847 bin kişidir.
Hepatit B’ye karşı kullanılan aşılar
1981 yılında Amerikan Gıda ve İlaç Dairesi (FDA) plazma bazlı bir aşıya ruhsat vermiştir. Bu aşıda Hepatit B ile enfekte kişilerden elde edilen Hep-B antijenleri (hastalık yapıcı madde) kullanılmaktaydı. İnsan kanından elde edilen aşılar önceden tahmin edilemeyecek ve potansiyel olarak tehlikeli virüslerin bulaşmasına neden olabildiğinden bu aşı daha sonra piyasadan kaldırılmıştır. 1986’da genel popülasyonda kullanıma uygun, genetik mühendisliği ile üretilmiş (sentetik rekombinant) birkaç aşıdan ilki ruhsat almıştır. Rekombinant hepatit B aşısı, hepatit B virüsünün genetik materyalinin çok küçük bir parçasının ekmek mayası veya Chinese Hamster over hücresinde çoğaltılması ve daha sonra saflaştırılması ile elde edilmektedir. Bu gün dünyada kullanılan 2 Hepatit B aşısı vardır: Merck’ün Recombivax HB aşısı (fosfat tamponda formaldehid ile işlemden geçirilmiş 5 mcg Hepatit B yüzey antijeni ile 200-500mcg alüminyum içeren viral aşı); ve ülkemizde de kullanılmakta olan GlaxoSmithKline’ın Engerix-B aşısı (alüminyum, sodyum klorür ve “eser miktardatimerosal” içerir). Hepatit B içeren kombine (karma) aşılar da mevcuttur.
Hepatit B aşısı ne kadar güvenlidir?
Institute of Medicine ve New England Journal of Medicine’de yayımlananlar da dahil olmak üzere birkaç bilimsel çalışmada plazma bazlı Hepatit B aşısını olanların kontrollerde gözden kaçan birtakım virüslerle, özellikle de AIDS’in öncülü HIV virüsü ile kontamine olmuş aşıları alıp almamış oldukları araştırılmıştır(44,45). Kullanımdan kaldırılan bu aşılarla ilgili bilgi ilerleyen bölümlerde verilecek.
Genetik mühendisliği ile üretilmiş ilk aşıdır; virüsün HBsAg geni mayaya klonlanmıştır. Mayada kültürlenen HBsAg, formaldehid ve benzeri çeşitli kimyasallarla işlem görerek mayadan ayrıştırılmışsa da kullanılan maya proteinlerinin yaklaşık %1’inin aşının son halinde bulunduğu bildirilmektedir. Bu yüzden aşı, mayaya alerjisi olanlara önerilmemektedir.
Isıya hassas olan bu aşıda, 2 – 8ºC’ta saklanmadığı takdirde potans kaybı oluşmakta, aşı dondurulduğu takdirde koruyucu gücünü tamamen yitirmektedir.
Bebek ve çocuklarda güvenli olup olmadığını test etmek için aşı 3 klinik araştırmada tamamen sağlıklı toplam 147 bebek ve (10 yaşa kadar) çocukta denenmiş ve çocuklar her aşı sonrasında sadece 5 gün gözlem altında tutulmuş. Bu ne yeterince geniş bir denek sayısıdır ne de gerçek yan etki oranlarının bilinebilmesi için yeterli uzunlukta bir izlem süresidir. Hatta aşı üreticisi prospektüsünde “aşının geniş kapsamlı kullanımında klinik deneylerde gözlemlenmemiş yan etkiler ortaya çıkabilir” uyarısı ile bu durumu itiraf etmektedir.
Dünya çapında her yıl aralarında farklı sağlık sorunlarına sahip olanları da dahil on milyonlarca bebek, çocuk ve adölesana uygulanacak, ancak herhangi bir sağlık sorunu olmadığı teyit edilmiş topu topu 147 bebek ve çocukta denenmiş aşının bu küçük klinik çalışmalarda, sadece 5 gün içinde, ortaya çıkan sistemik yan etkileri şunlar:
huzursuzluk/huysuzluk, ateş (≥38°C), ishal, halsizlik/güçsüzlük, iştah kaybı ve rinit (burun mukozası iltihabı)
Adölesanlar için 3’er ve 2’şer doz Recombivax HB uygulaması arasındaki farka bakılmış, her ikisinde de yan etkiler benzer bulunduğundan güvenli kabul edilmiş.
Toplam 1252 kişilik sağlıklı yetişkin denek de aynı şekilde her aşı dozu sonrası sadece 5 gün müşahade altında tutulmuş. Buna rağmen, ilk dozdan sonra %17, ikincisinden sonra %15 oranında sistemik şikayet bildirilmiştir. Bu şikayetler şunlar:
Toplam enjeksiyonların %1 ve üstünde oranlarda görülen reaksiyonlar:
Lokal Reaksiyon (enjeksiyon yerinde): enjeksiyon yerinde hassasiyet, ağrı, kaşıntı, eritem (kızarıklık), ekimoz (alttaki bir kanama nedeniyle cildin morarması; çürük), şişme, sıcaklık ve nodül oluşumu.
Vücut Genelinde: halsizlik/zayıflık, baş ağrısı, ateş (38 ºC ve üzeri) ve kırıklık.
Sindirim Sistemi: Bulantı, ishal
Solunum Sistemi: Farenjit ve üst solunum yolları enfeksiyonu
İnsidansı toplam enjeksiyon sayısının %1 ve altında kalan reaksiyonlar:
Vücut Genelinde: Terleme, vücutta kırıklık/ağrı, sıcaklık hissi, baş dönmesi/sersemlik, ürperti ve yüz kızarıklığı
Sindirim Sistemi: Kusma,karın ağrıları/kramplar, hazımsızlık (dispepsi) ve iştah kaybı
Solunum Sistemi: Rinit, influenza (grip) ve öksürük
Sinir Sistemi: Vertigo/başdönmesi ve karıncalanma/uyuşma/yanma hissi (parestezi)
Deri Sistemi: Kaşıntı, pembe/kırmızıntrak kabartı oluşumu (raş), anjiyoödem ve ürtiker (kurdeşen)
Kas-iskelet Sistemi: Monoartiküler de dahil olmak üzere eklem ağrısı (artralji), kas ağrısı (miyalji), sırt ağrısı, boyun ağrısı, omuz ağrısı, boyun tutukluğu
Kan ve Lenf Sistemi: lenfadenopati (lenf düğümü hastalığı)
Boşaltım-Üreme Sistemi: idrara çıkmada sancı, ağrı (disüri)
Kalp-Damar Sistemi: Tansiyon düşüklüğü
Üretici tarafından Hepatit B aşısı ruhsat alıp dünya çapında kullanıma girdikten sonra bildirilen birtakım ciddi reaksiyonlar da prospektüste verilmektedir. “Tümünün aşıyla ilişkisi olup olmadığı bilinmemektedir” notu düşülmesine rağmen, dünyanın dört bir yanından istatistiksel olarak önem arz edecek oranlarda belirtilen ciddi reaksiyonlar şunlardır:
Hipersensitivite (Aşırı Duyarlılık) Reaksiyonları:Anafilaksi ve aşılanmadan hemen sonra ortaya çıkan ciltte kızarıklık/kabarıklık, kaşıntı, ürtiker, ödem, anjiyoödem, solunum güçlüğü, göğüs sıkışması, bronşiyal spazm, kalp çarpıntısı gibi aşırı duyarlılık reaksiyonları veya aşılanmadan sonraki ilk birkaç saat içinde görülen kan basıncını düşürücü (hipotansif) epizod olduğunu gösterir belirtiler bildirilmiştir. Aşılanmadan sonraki gün veya haftalarda gecikmeli olarak ortaya çıkan (serum hastalıpı benzeri) aşırı duyarlılık sendromu belirtileri şunlardır: artralji/artrit (genellikle geçici olduğu görülmüştür), ateş ve ürtiker, mültiform eritem, çürük ile eritema nodosum gibi dermatolojik reaksiyonlar.
Sinir Sistemi:Guillain-Barré Sendromu [Ayak ve bacak kaslarından başlayarak kısa sürede karın, göğüs, kol ve yüz kaslarına yayılan, kaslarda -bazen felce uzanabilen- kuvvet azalması ve his kaybı ile belirgin polinevrit; Landry felci; Guillain-Barre sendromu (Sendrom, genellikle bakteriyel veya viral enfeksiyonu ya da aşılanmayı takiben gelişir. Periferik sinirlerde yer yer miyelin kaybı ve iltihaplanma söz konusudur. Bazı hastalar nüks göstermeksizin 20-25 gün içinde iyileşirler; diğer hastalarda ise iyileşme -bir yıl gibi- daha uzun bir süreyi kapsar)];multipl skleroz; omurilik iltihabı (miyelit), transvers miyelit; konvülsiyonel nöbet; ateşli nöbet; periferal nöropati, Bell paralizisi (Bell’s Palsy); radikülopati;zona hastalığı (herpes zoster); migren; kas güçsüzlüğü; hipestezi (deride duyarlılık kaybı);ansefalit (beyin iltihabı)
Deri Sistemi:Stevens-Johnson sendromu; saç dökülmesi (alopesi); peteşiler (Yüzeysel kan damarlarının yırtılması sonucunda nokta şeklinde deri kanaması); egzema
Kas-İskelet Sistemi: Artrit ( parmak, diz ya da kalça eklemlerinde ağrı, şişme ve sertleşmeyle ilgili bir grup hastalığı ifade eden genel bir terim); ekstremitede ağrı
Hematolojik (Kan, kan yapıcı organlar ve kan hastalıkları ile ilgili tıp dalı): Eritrosit sedimentasyon hızında yükselme [Özel tüp (sedimantasyon/çökeltme tübü) içine konan kan numunesinde, eritrositlerin/alyuvarların -belli bir zaman sonra- dibe çökmesi];trombosi-topeni (Kanda trombosit sayısının-kanamaya uzanmak üzere- ileri derecede azalışı)
Bağışıklık Sistemi:Sistemik lupus eritematozus(SLE)[Kılcal damarlarda iltihaplanma, telanjiyektazi gibi patolojik değişiklikler, deri üzerinde geniş kırmızı lekeler, özellikle yüzde -kelebek şeklini andıran- iki taraflı eritem, ateş, yorgunluk, kilo kaybı, fotofobi, merkezi sinir sistemi ve başta böbrekler olmak üzere çeşitli organlarda patolojik değişikliklerle belirgin, zaman zaman gerileme ve alevlenme dönemleriyle seyreden lupus eritematozus tipi; Sistemik Lupus Eritematozus (SLE), sebebi bilinmeyen cilt, eklem, böbrek, kalp zarı, akciğer zarı gibi bir çok doku ve organ iltihabına bağlı çok sayıda bulgularla giden, değişik seyir gösteren ve çeşitli bağışıklık sistemi (immünolojik) anormalliklerle karakterize otoimmun, kronik sistemik bir hastalıktır.]; lupus benzeri sendrom [“ilaca bağlı lupus” olarak da bilinir; ateş, lupus benzeri deri ve mukoz membran değişiklikleri, eklemlerde şişme ve ağrı içerir]; vasklilit (kan veya lenf damarı iltihabı); poliarteritis nodosa [çeşitli organların küçük ve orta çapta damarlarının nekrotizan arteriti (damar iltihabı) ile karakterize bir immün kompleks hastalığı]
Psikiyatrik/Davranışsal Problemler:huzursuzluk (irritable), uyaranlara aşırı duyarlılık hali; ajitasyon [ruhsal gerilim içinde durmaksızın hareket etme hali; aşırı huzursuzluk hali; titreme; sarsılma; silkinme];somnolans [bilinç uyuşukluğu ile belirgin uykulu hali, uyuklama hali]
Özel Duyular:optik nevrit (görme siniri iltihabı); tinnutus (kulakta uğultu, çınlama); konjunktivit (göz dış zarı iltihabı); görme zorluğu/görüş bozuklukları; uvea (göz orta tabakası) iltihabı
Kalp-Damar Sistemi:Senkop[beynin kansız kalışı nedeniyle gelişen geçici bilinç kaybı; bayılma hali; baygınlık]; taşikardi [dakikadaki kalp atım sayısının, normalin üstüne, özellikle 100′ün üstüne çıkması]
Hepatitit B aşısıyla ilgili resmi bilgi broşürlerinde ciddi reaksiyonlar minimize ve hatta inkar edilse de, dünyanın dört bir yanındaki tıp ve bilim dergilerinde yayımlanmış pekçok bilimsel çalışma(46), ve üzerine FDA’nın Aşı Sonrası İstenmeyen Etkiler Sistemi’ne (ASİE/VAERS) sıklıkla bildirilen şikayetler(47) tüm bunları ve başka bir takım rahatsızlıkları da teyit eder niteliktedir.
Hepatit B Aşısı İstenmeyen Etki Şeması
Arterit
Bağışıklık Sistemi Hasarı
Nörolojik Hasar
Duyusal Bozukluklar
İstemeyen Etkiler
Kan Bozuklukları
Cilt Bozuklukları
Diyabet
Karaciğer ve Böbrek Tahribatı
Diğer hastalıklar
Kaynakça:
1. ABD İnsan ve Sağlık Hizmetleri Bakanlığı. “Hepatit B aşısı: Bilinmesi Gerekenler.” CDC (11 Temmuz 2001).
2. Clinical Infectious Disease, 20, 992-1000. 1995. “Risks of chronicity following acute hapatitis B virus infection: A review.”
3. Immunization Action Coalition. “Vaccine information for the public and health professionals: hepatitis B disease.” www.vaccineinformation.org (CDC tarafından gözden geçirildiği tarih, Ağustos 2005).
11. Neustaedter, R. The Vaccine Guide. (Berkeley, Califiornia: North Atlantic Books, 1996):171.
12. Dienstag, JL., et al. “Occupational exposure to hepatitis B virus in hospital personnel: infection or immunization?” American Journal of Epidemiology 1982;115(1):26-39.
25. Blumberg, B.S. and London, W.T. 1980.In Essex, M. et al. (eds). “Viruses in naturally occuring cancer, Book A, Cold Spring Harbour Conferences on Cell Proliferation.”, sf 403. “Kronik taşıyıcıların bir kısmı kronik aktif hepatit geliştirirken büyük çoğunluğu geliştirmemektedir; kronik aktif hepatitli bireylerin bir bölümü siroz geliştirirken çoğunluğu geliştirmemektedir; ve son olarak, sirozlu olguların bir kısmı PHC’ye (karaciğer kanseri) çevirirken yine çoğunluk (Japonya’da yürütülen çalışmada gösterildiği gibi yaklaşık %70’i) kanser geliştirmemektedir. Bu nedenle bir aşamadan diğerine geçişte etkili faktörler ile hastalık ilerleyişini durduran ve hatta geriye çeviren faktörlerin belirlenmesi önem taşımaktadır.”
45. Institute of Medicine, Adverse Events Associated with Childhood Vaccines: Evidence Bearing on Causality (Washington, DC: National Academy Press, 1994).
46. Bkz. 48 – 150 numaralı notlar.
47. Vaccine Adverse Event Reporting System VAERS. Rockville, MD.
79. Grezard, P. et al. “Cutaneous lupus erythematosus and buccal aphtosis after hepatitis B vaccination in a 6-year old child.” Ann Dermatol Venereol 1996; 123(10):657-9.
97. Mikaelof, Y., et al. “Hepatitis B vaccine and the risk of CNS inflammatory demyelination in childhood.” Neurology. 2009 Mar 10;72(10):873-80. doi: 10.1212/01.wnl.0000335762.42177.07. Epub 2008 Oct 8. “COCLUSIONS: Hepatitis B vaccination does not generally increase the risk of CNS inflammatory demyelination in childhood. However, the Engerix B vaccine appears to increase this risk, particularly for confirmed multiple sclerosis, in the longer term. Our results require confirmation in future studies.”
Verem aşısıyla ilgili ikinci bölümde, üyeleri bilimadamı, yazar, mühendis, kütüphaneci, araştırmacı bilimadamı, ebeveyn ve büyük anne-babalardan oluşan ve yazılarında sansasyondan ziyade mutlak doğrulara ve dengeli sunuma yer veren, verilerini CDC (Centres for Disease Control and Prevention / Amerikan Hastalıklarla Mücadele Merkezi) ve JAMA (Jourmal of the American Medical Association / Amerikan Tıp Birliği Dergisi) gibi resmi kaynaklara dayandıran Inside Vaccines grubunun özenle hazırlanmış yazısına yer vereceğim. Bloglarında paylaştıkları yazıların Türkçeleştirilmesi ile ilgili verdikleri destek ve izinden dolayı kendilerine teşekkür ediyorum.
Habere göre, “Sağlık uzmanları başkentte rutin bağışıklama gerektiren ‘100,000’de 40 olgu’ eşiğine ulaşıldığını belirtiyor. Londra’da şu anki uygulama kendileri veya anne-babaları yurtdışında doğmuş çocukların aşılanması yönünde.“(1)
Peki ama İspanya ve Amerika Birleşik Devletlerinde aşı hiç kullanılmamış olmasına rağmen tüberküloz insidansının oldukça düşük olmasını neye bağlıyoruz?
BCG aşısı dünyada kullanımı en yaygın olan aşı, ancak aynı zamanda da en tartışmalısı. BCG ile ilk aşılama denemesi büyük bir felaketle sonuçlanıyor ve aşının itibarını büyük ölçüde zedeleniyor:
“Lubeck felaketi bağışıklama tarihinin dönüm noktası olma özelliğini daima koruyacak. 1930 yazında, Almanya’nın Lubeck kentinde 240 bebek BCG ile aşılandı; bebeklerden 72’si tüberküloz geliştirerek hayatını kaybetti…
Yaşanan bu felaket halkın aşıya güvenini büyük ölçüde yitirmesine neden oldu ve çocukların kitlesel olarak aşılanmasına ancak 1932’den sonra, yeni ve daha güvenli üretim teknikleri devreye sokulduktan sonra geçilebildi. Aşının koruyucu etkisinin %0-80 arasında değiştiği tespit edildi.“(2)
BCG aşısının koruyuculuğu hakkında büyük soru işaretleri olmasının yanısıra, aşının en yaygın tüberküloz suşlarına karşı etkili olmadığı da biliniyor.:
“BCG aşısı, dünyada veremin en çok görüldüğü bölgelerde yaygın olan tüberküloz suşlarını kapsamıyor.”(3)
Hollandalı tıp araştırmacıları, İngiltere’nin East Anglia Üniversitesi’nde ‘Genel Mikrobiyoloji Derneği’nin yılda iki kez düzenlenmekte olan toplantısında şunları söylüyor:
Hollanda, Bilthoven’daki Ulusal Halk Sağlığı ve Çevre Enstitütüsü’nden Dr. Dick van Soolingen:
“Asya, eski SSCB cumhuriyetleri ve diğer bölgelerde, Pekin tipi Mycobacterium tüberkülozunun verem salgınlarında rol oynadığını düşünüyoruz. Pekin suşlarına karşı çoğu zaman verem tedavisindeki en önemli ilaçların etksiz kalabildiğini görüyoruz.”(3)
Koruyucu özelliği bu kadar düşük bir aşı, üstelik de akciğer (pulmoner) tüberkülozuna karşı pek az koruma sağladığı bilimsel çalışmalarla gösterilmiş ve bağışıklık direnci düşük bireylerde ağır komplikasyonlara yol açabileceği de bilinmekteyken neden birçok ülkede yenidoğanlara rutin olarak uygulanıyor?
“BCG dünyada yaygın olarak kullanılmaktadır ve yakın zamana kadar aşının güvenli olup olmadığının sorgulanmasını gerektirecek ciddi bir gelişme olmamıştır. Bağışıklık sistemi zayıf kişilerde kullanıldığı takdirde bizzat BCG’den verem kapılabileceği endişesi bulunmaktadır. Ayrıca, bağışıklık sistemi güçlü kişilerde bile enjeksiyon yerindeki ülserleşme de dahil olmak üzere görülebilecek diğer lokal reaksiyonlarda etrafa canlı organizma yayılması(shedding) sözkonusu olabilir ve hastalık bağışıklığı düşük kişilere bu yolla bulaştırılabilir.
. . .
Kullanımdaki BCG aşıları dünyanın birkaç [yedi?] farklı yerinde üretilmekte. Bu aşılar biribirinin aynı değildir. Şu an için sözkonusu aşıların insanlar üzerindeki kullanımda etkinlik ve güvenlik bakımından ne derece farklılık gösterdikleri bilinmemektedir. Moleküler ve genetik özelliklerde birtakım farklılıklar olduğu biliniyor. Bilinmeyen, belirli bir üreticinin “BCG”sinin bir diğer tesiste üretilmiş olandan “daha iyi” olup olmadığıdır.” [vurgular bana aittir](4)
Hindistan’dan bir diğer çalışmaya bakalım:
“BCG aşılamasının akciğerlerde doğal tüberküloz enfeksiyonu ve lokal komplikasyonlarını önleyemediği, ancak primer enfeksiyonun hematojen yayılma komplikasyonlarını azalttığı vurgulanmaktadır. Ancak bu durum BCG aşılamasına rağmen miliyer, menenjitik ve dissemine (yaygın) tüberküloz gibi tüberkülozun ağır ve çoğu zaman da ölümcül tiplerini geliştiren beslenme yetersizliğine sahip çocuklar için geçerli değildir.Beslenme yetersizliği olan çocuklardaki tüberkülin anerjisi [antijene tepki göstermeme durumu], görülen yüksek morbidite (hastalık) ve ölümlerin sorumlusudur. BCG ile aşılanmış, beslenmesi yerinde çocuklarda enfeksiyon sonrası değişik tüberküloz örüntüleri görülmektedir. Ortaya çıkan en önemli hastalık tablosu göğüsiçi (intratorakik) tüberküloz, çeşitli mediyastinal lenf bezlerinin genişlemesi ve bunların oluşturduğu lokal komplikasyonlardır. Bu ve bunun yanında nörotüberküloz ve dissemine tüberküloz gibi çok daha düşük insidansa sahip hematolojik* komplikasyonların nedeni, BCG aşılamasına bağlı olarak hastalığın T hücre immünitesi ile lokalizasyonudur. Bu çocuklarda görülen nörotüberkülozun klinik tablosu da değişiklik gösterir; daha çok lokalize olarak beyin ve beyin-omurilik zarlarının tutulumu görülür. Benzer şekilde, aşılanmış çocuklarda karaciğer büyümesi (hepatomegali), dalak büyümesi (splenomegali) veya tekli organ tutulumları görülebilmektedir. Aşılı, beslenme yetersizliği olmayan çocuklar ile beslenmesinde 1 ve 2. dereceden protein enerjisisi eksikliği (PEM) olan çocuklarda görülen yeni tüberküloz örüntülerinin yeniden öğrenilmesi önem taşımaktadır. BCG aşılamasının bu limitasyonları nedeniyle, ülkenin çeşitli bölgelerinden yüksek risk grubundaki çocuklar üzerinde kemoprofilaksi** gibi başka stratejilerin çok merkezli deney ve çalışmaları yapılması gerekir.
BCG aşılamasının etkilerine bakıldığında, beslenme yetersizliği olan BCG aşılı çocuklarda klasik veya genel tüberküloz menenjiti, miliyer TB***, dissemine tüberküloz**** ve primer enfeksiyonların diğer ağır komplikasyonlarının oluşmaya devam ettiği görülmüştür. Mevcut BCG aşısının insanlar üzerinde yapılmış farklı deneylerde gösterdiği değişken etkinlik derecesi, tüberkülozun dünyada kontrol altına alınabilmesi için immünoregülatör mekanizmalarla ilgili araştırmaların başlatılması ve yeni aşıların geliştirilmesi gerekliliğini ortaya koymuştur.”(5)
ABD gibi ülkelerde neden BCG aşısının hiç kullanılmamış olduğuna dair geçerli pekçok nedenden biri hakkında detaylı bilgi edindiğimiz (PDF dosyası olarak da indirilebileceğiniz) bu çalışmanın son paragrafı konuyu mükemmel bir şekilde özetliyor.
“Dünyada kullanılan BCG aşılarının bazı suşları tamamen işe yaramaz, bazıları orta derecede koruma sağlıyor ve bazıları, belki bir iki tanesi de yüksek potansa sahip gözüküyor. Hangisi hangisidir şu an söylemek mümkün değil. Birkaç ileri düzeyde gelişmiş ülke dışında kalan tüm ülkeler için BCG aşılaması tüberküloz kontrolünde ana yöntem olduğundan, ülkelerin zaten kısıtlı olan kaynaklarını yatırdıkları BCG aşılamasının halen daha kör bir inanca dayanılarak yapılıyor olması son derece trajik ve üzüntü vericidir.“(6)
BCG aşısı Londra’daki bu çocukların doğumyeri olan ülkelerde işe yaramıyorsa, İngiliz enfeksiyonel hastalık uzmanlarına, aşı bu defa aynı çocuklara İngiltere’de vurulduğunda işe yarayacağını düşündürten nedir acaba?
*Hematoloji: Kan, kan yapıcı organlar ( kemik iliği, dalak) ve lenf bezlerinden kaynaklanan hastalıkları inceleyen bilim.
** Kemoprofilaksi: Sağlıklı bireylere belirli farmakolojik özellikleri olan maddeler vererek belirli hastalık etkenlerinin etki göstermesini, hastalığın ilerlemesini ya da istenmeyen sonuçlar doğurmasını önlemek.
***Miliyer TB: Tüberküloz basillerinin kan akımı ile yayılarak, çeşitli organ ve dokular üzerinde dan tanelerini andıran küçük sarımsı lezyonlar oluşturması ile belirgin tüberküloz; miliyer tüberküloz (Akut ya da kronik olabilir).
****Dissemine Tüberküloz: Bütün vücuda yayımış tüberküloz.
Verem ya da tüberküloz, Mycobacterium tuberculosis adlı bir bakterinin yol açtığı ciddi bir enfeksiyonel hastalıktır. Etki alanı genellikle akciğerler olmasına rağmen kemikler veya beyne de sirayet edebilir. Belirtileri arasında ateş, gece terlemesi, iştah ve kilo kaybı, göğüs enfeksiyonu, öksürük, tükrükte kan ve sürekli halsizlik bulunur(1).
Verem kötü yaşam koşulları, kalabalık haneler, yetersiz havalandırma ve sosyal mahrumiyet gibi nedenlerle ilişkilendirilmektedir(2). Kentsel yaşam alanlarında daha sık görülür(3). Aktif verem hastası kişinin öksürük veya hapşırığıyla havaya saçılan su damlacıklarıyla yayılır, ancak bulaşma çoğunlukla hasta kişiyle uzun süre vakit geçirildiği takdirde gerçekleşir(4). Çoğu kez hastalığı yeni kapmış kişiler semptom geliştirmez; verem mikrobunu kapmış kişilerin ancak %10‘u gerçek manada hastalık geliştirmektedir(5).
Verem Ne Kadar Yaygındır?
Verem, 1500’lerin başından beri başta Batı Avrupalılar olmak üzere dünyada milyonlarca kişinin ölümüne sebep olmuştur. Veremi tedavi etmek ve hastalananları izole ederek topluma yayılmasını önlemek amacıyla büyük sanatoryumlar kurulmuştur(6). Bugün verem dünyanın bazı bölgeleri için hala sorun teşkil etmekte, yılda 8 milyon yeni verem vakası saptanmaktadır(7). 2005 yılında Afrika’da verem insidansı 100,000 kişide 343 iken, hem 2005 hem de 2006 yılı için Amerika’da verem insidansı 100,000 kişide 5 olgunun altında seyretmiştir(8).
1982 yılında yapılan çalışmada Güneydoğu Anadolu, Karadeniz ve Marmara Bölgeleri hastalığın en sık görüldüğü bölgeler olmuş ve TB prevalansı ‰3.58 olarak bulunmuştur.
2002-2009 yılları arasında insidanstaki değişim yüzdesi dünya genelinde -2.1, DSÖ Avrupa Bölgesi’nde -13 iken Türkiye’de -27.5’tir.
Şekil 1: Türkiye, DSÖ Avrupa Bölgesi ve Küresel Tüberküloz İnsidans Hızları, 2002-2009
Kaynak: TC Sağlık Bakanlığı Verem Savaş Dairesi Başkanlığı, Türkiye’de Verem Savaşı 2011 Raporu, Ankara,2011,s:5.
Kimler En Çok Vereme Yakalanır?
Toplumda bazı kesimlerinin vereme yakalanma riski daha yüksektir. Bunlar: HIV pozitif veya başka nedenlerle bağışıklık sistemi zayıflamış olanlar; veremli kişilerle yakın temas halinde yaşayanlar; evsizler, gecekondu mahallesi sakinleri; veremin yaygın görüldüğü ülkelerden gelenler; bakım evi sakinleri ve hapishane mahkumları; uyuşturucu şırınga edenler; diyabet veya kanser hastalarıdır(9).
Balbay ve arkadaşları 2004 yılında Sağlık Bakanlığı’na bağlı 23 hastane, 11 Göğüs Pavyonu ve 271 adet Verem Savaş Dispanserinde yaptıkları tarama sonuçlarını yayınlamışlardır. Bunun sonucunda TB hastalarının yaş ortalamasının 38.64, %70’nin erkek olduğu gözlenmiştir. Hastaların %61’i evli ve evli olanların ortalama 2.07 çocuk sahibi olduğu görülmüştür. TB hastalarının %45.8’i ilkokul, %16.2’si lise mezunuydu. Hastaların %16’sının yaşadığı ev ve işyeri kötü koşullarda, %34.9’unda düşük gelire bağlı olumsuz yaşam ve beslenme koşulları mevcuttur. İncelenen TB hastalarının %79.3’ü işsiz olup %30.7’si hastalığı nedeniyle iş bulamadığını belirtmiştir. %51.4’nün ortalama geliri 300 TL altındadır. Ekonomik durum değerlendirmesinde ise %58.1’nin ekonomik durumu kötü ya da çok kötü grubunda yer almıştır. Özbay ve arkadaşlarının yaptıkları çalışmada da 151 tüberküloz hastasının sosyo kültürel yapısı değerlendirilmiştir. Bu araştırmada hastaların yaş ortalaması 33 olup, %60.26’sı erkektir. Olguların %50.99’nun herhangi bir eğitimi olmayıp ancak %5,29’u yüksekokul mezunudur. %54’ü sigara içmekteydi. %66.22’si evli olup, ortalama aile nüfusu 7,13’tür.
Veremin Tedavisi Var mı?
Veremden çoğu kez iyileşmek mümkündür. Tedavi için genellikle antibiyotik ve diğer anti-verem ilaçları kullanılır. Kişinin veremden tamamen iyileşmesi birkaç ayı bulabilir(10).
Veremin Aşısı Var mı?
Albert Calmette
İlk verem aşısı BCG, 1921’de Pasteur Enstitüsü’nde çalışan Albert Calmette ve Camille Guerin adlı iki Fransız bilimadamınca geliştirildi(11). BCG aşısı bugün verem insidansının yüksek olduğu pekçok ülkede kullanılmakta. Türkiye ise hastalığın orta derecede yaygın olduğu ülkeler arasında olmasına ve son yıllarda hastalık stabil bir seyir izlemesine rağmen BCG aşılaması yaygın olarak devam etmekte(12). Ancak BCG, vereme yakalanma riski düşük ve aşının etkinliği “değişken” olduğundan [BCG aşısı koruyuculuğu %0 ila %80 arasında değişmektedir] ve ayrıca aşı tüberkülin deri testinin yorumlanmasını etkileyebildiğinden Amerika Birleşik Deletleri, Hollanda, Finlandiya, İsveç ve İsviçre gibi ülkelerde rutin uygulamadan kalkmıştır(13). Yeni verem aşıları geliştirilme aşamasında(14,15).
BCG aşısının ürün prospektüsünü buradan inceleyebilir, yapılmış güvenlik deneyleri, aşının yan etkileri ve kontraendikasyon oluşturan durumları öğrenebilirsiniz.
Türkiye’de kullanımda olan Sii-BCG aşısının prospektüsünde yer alan bilgilere bakıldığında, aşının etkinlik (koruyuculuk) derecesine dair herhangi bir veri olmadığı gibi, aşının hayvanlar ve insanlar üzeirinde tamamlanması gereken güvenlik çalışmalarının da yeterli olmadığını üreticisinden öğreniyoruz. Normal koşullarda, yenidoğanlara rutin olarak uygulanması önerilen bir aşının geniş kapsamlı etkinlik ve güvenlik çalışmalarının olması beklenir. Sii-BCG aşısının birlikte uygulanabileceği belirtilen aşı listesine bakıldığında, bunlar arasında canlı virüs aşılarının da olduğu görülüyor, ancak bazı hekimler bu konuda çekince koyarak, BCG aşısının canlı virüs aşılarıyla aralarının açılması gerektiği yönünde uyarıyorlar.
Türk Toraks Derneği’nin yayımladığı, Dr. Kıter Göksel ve Dr. Uçan Eyip Sabri tarafından kaleme alınmış Türkçe makaleden de ülkemizde uygulanan BCG aşısının özellikleri, yol açtığı komplikasyonlar ve dozaj konusunda bilgi alabilirsiniz.
Aşı 1951 yılında uygulanmaya başlanmıştır. 1997 yılına kadar ilk dozu doğar doğmaz olmak üzere 4 doz uygulanmıştır. Aşı “Tüberküloz Savaş Programı”nın (Verem Savaş Daire Başkanlığı tarafından yürütülmektedir) bir parçası olarak başlamıştır. Ülkemizde tüberküloz sıklığı 1965 yılında yüzbinde 172 ve 2004 yılında yüzbinde 27 olarak saptanmıştır. Daha sonra özellikle üçüncü ve dördüncü dozların hedeflenen nüfusun ancak %10’una yapılabiliyor olması ve tekrarlayan dozların düşük etkisi nedeni ile aşı iki doza indirilmiştir (yenidoğan ve ilkokul birinci sınıf). BCG aşısının yenidoğan döneminde intradermal uygulama zorluğu, aşının komplikasyonlarının daha az ve immün yanıtın daha iyi olması nedeniyle yine bu tarihlerde aşı yenidoğan döneminden ikinci aya alınmıştır. Son olarak 2006 yılından itibaren yine rapel dozun etkisinin de tartışmalı olması nedeniyle aşı tek doza indirilmiştir. DSÖ de tüberküloz sıklığının yüzbinde 10’dan fazla olduğu bölgelerde aşının bebeklik döneminde tek doz uygulanmasını önermektedir. Aşı halen dünyada en yaygın kullanılan aşıdır. DSÖ’ne üye ülkelerin 158’inde (%82) bebeklik dönemi BCG aşısı ulusal programlarda yer almaktadır. Ulusal programında BCG yer almayan 34 ülkeden altısı aşılamayı yakın bir zamanda kaldırmışlardır. Avusturya 1990, Danimarka 1985, İsrail 1984, İtalya 1995, Japonya 1993 ve Malta 1996’da aşılamayı kaldırmışlardır. Etkinliği gösterilmemiş olmakla birlikte 25 ülkede BCG birden çok defa uygulanmaktadır. Yine altı ülkede ilk aşı uygulaması adölesan çağda yapılmaktadır. Avrupa bölgesinde yer alan Kıbrıs, İtalya, İsveç ve İngiltere’de aşı risk gruplarına yapılmaktadır.
BCG,
Genellikle 2. ayda olmak üzere, 0-3 ay arasında yapılabilir.
BCG bu konuda deneyimli bir sağlık çalışanı tarafından sol omuza, deri içine ilk bir yaşta 0.05 ml (0.5 dizyem), 1 yaş üzerinde ise 0,1 ml olarak uygulanır.
ilk 3 ayda PPD deri testi yapılmadan, daha sonra (≥4 ay) PPD deri testi yapılarak ve PPD deri testi negatif bulunursa yapılır. PPD deri testi pozitifse (BCG yapılmamışlarda ≥10 mm endürasyon) bebek tüberküloz hastalığı açısından dikkatle değerlendirilir (aile öyküsü, öykü, fizik inceleme ve laboratuvar) ve sonuca göre tüberküloz hastalığı tedavisi (çoklu ilaçla tedavi) veya tüberküloz enfeksiyon proflaksisi (tekli ilaçla) verilir, ayrıca aile taraması yapılır.
Üçüncü aydan sonra, PPD çözeltisinin bulunmadığı durumlarda, çocukların verem aşısız kalmaması için BCG aşısı PPD deri test olmadan yapılabilir. Kayıtlara göre BCG yapıldığı bilinen çocuklarda (skar görülsün veya görülmesin) ve BCG skarı bulunan çocuklarda herhangi bir yaşta kontrol amacıyla PPD yapılmasına gerek yoktur ve bunun sonucuna göre BCG uygulaması gerekli değildir. Altı yaş üzerinde hiç aşılanmamış çocukta BCG gerekli değildir. Altı yaş altında BCG yapılmamış olan çocukta PPD sonucuna göre gerekiyorsa BCG uygulanır.
BCG Aşısı Ne Kadar Güvenli?
1930 yılında Fransa’dan alınan BCG aşısı bir Alman klinikteki 251 çocuğua veriliyor; çocukların çoğu hastalanıyor ve 77’si ölüyor. Kızgın Alman halkı Fransa’yı sorumlu tutuyor. Aşıyı vuran doktor mahkemede yargılanarak hapis cezasına çarptırılıyor(16).
Bugün ise BCG aşısının istenmeyen etkilere yol açtığı bilinmekte. Aşı vurulduğu noktada bir kabarcık oluşturuyor ve enjeksiyon yerinin çevresindeki lenf bezlerini büyütüyor. Birkaç hafta sonra kabarcık patlayarak cerahat akıtıyor, ardında büyük çirkin bir yara izi de diyebileceğimiz nedbe (keloid) dokusu bırakıyor. Aşılamadan 3 – 7 ay sonra, kasık lenf bezlerinde abse oluşumu da görülebilmekte. Lenf bezi abseleri koltuk altı veya kürek kemiği (kalvikula) boşluğunda da gelişebilir. Bazı kişilerde kemik veya eklem iltihabı, deri enfeksiyonu veya “genel BCG enfeksiyonu”—aşıya bağlı verem görülebilir. Bu ağır yan etkiler aşılanmadan ortalama 14 ay sonra ortaya çıkmakta ve “kalıcı fonksiyonel bozukluklar” olarak süreklilik kazanabilmektedir(17). Kas-iskelet sistemi lezyonları ve “ölümcül dissemine lezyonlar” da BCG aşısı sonrası oluştuğu bilinen yan etkilerdendir(18).
Bebekte süpüratif olmayan BCG lenfadenitin (lenf bezi iltihabı) farklı açılardan görünümü. (Kaynak: “Management of Bacillus Calmette-Guérin Lymphadenitis”, Hong Kong Journal of Paediatrics, http://www.hkjpaed.org/details.asp?id=782&show=1234)
BCG aşılamasından 6 hafta sonraki aşı yeri absesi
BCG aşılamasından 15 hafta sonraki süratif lenfadenit
6 aylık bir bebekte BCG aşılamasına bağlı tüberkülid benzeri reaksiyon ve ortaya çıkan psöriatik deri ve tırnak lezyonlarını dokümente eden olgu sunumuna buradan ulaşabilirsiniz.
BCG aşısının ender görülen ancak ölümcül seyrinden dolayı korkutucu yan etkilerinden dissemine tüberküloza yenik düşen 7 aylık bebeğin haberine buradan ulaşabilirsiniz. Görüntüler fazlasıyla üzücü olduğu için görsellerine burada yer vermiyorum.
BCG Aşısının Koruyucu Etkinliği Ne Kadar?
Amerika Birleşik Devletleri’nde yürütülen uzun dönemli bir çalışma sonuçlarına göre BCG aşısının koruyucu etkinliği sadece %14(19). İngiltere’de yapılan bir diğer çalışmada ise aşının etkinlik derecesi %77 çıkıyor(20). Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) 1968’de verem aşısıyla ilgili dünyanın en büyük saha çalışmasını yaptırıyor. Hindistan’ın Madras kentinde 1 aydan küçük bebekler hariç, 364,000’lik nüfusun tamamı BCG ile aşılanıyor. Aynı anda, benzer nüfusa sahip bir başka şehir de kontrol grubu olarak kullanılıyor, hiçkimseye BCG vurulmuyor. 1979’da, çalışma başladıktan 11 yıl sonra DSÖ sonuçları açıklıyor: “Optimal koşullar altında yürütülmüş olan saha çalışmasında BCG aşısının herhangi bir koruyucu etkisi saptanmamıştır“(21). Bu açıklama esasında sonuçları fazlasıyla hafife alan türden, zira gerçekte yaşanan, aşılanmış nüfusta aşısızlara oranla dikkate değer oranda daha fazla verem vakası yaşanmış olmasıdır(22).
1980 yılında Lancet dergisinde yayımlanan bir makalede “vereme karşı yürütülen bağışıklama mücadelesinin tarihçesinin bir başarısızlıklar, şaibe ve sürprizler öyküsü olduğu” kabul edilmiştir(23). 1993’te British Medical Journal ‘da çıkan bir raporda Fransa’daki bir hastanenin verem kapan 62 çalışanının da aşılı olduğu bilgisi yer alır(24). 1996’da Lancet dergisinin yayımladığı Malawi’de 66,000 kişi üzerinde yürütülmüş plasebo kontrollü, uzun dönemli bir BCG koruyucu etkinlik çalışmasının sonuçlarını araştırmacılar şu şekilde ifade ediyor: “denenen aşılardan hiçbirinin pulmoner tüberkülozu önlemede katkı sağladığına dair kanıt bulunamamıştır“(25). Aslına bakılırsa, “kesin tanı konulmuş verem vakası oranları . . . plasebo verilmiş kişilere göre ikinci doz BCG almış olanlarda daha yüksek” çıkmıştır(26). 1998’de Alman aşı komisyonu (STRIKO), saygın tıp dergisi Der Kinderarzt‘ta yayımladığı şu açıklamayla verem aşısına verdiği desteği çekmiştir: “Almanya’daki epidemiyolojik durum, BCG aşısının koruma sağladığına dair ortada kanıt olmayışı ve BCG aşısının pek de nadir olmayan ciddi yan etkileri gözününe alındığında, STRICO olarak bu aşının programda kalmasına destek olamayacağımızı beyan ederiz”(27). 1999’da BCG aşısının işe yaramadığını teyit eder nitelikte yeni çalışmalar geliyor(28). 2007’de araştırmacılar kullanımdaki daha yenice verem aşılarının eskilerine oranla immünojenitelerinindahadüşük olabileceğini bulmuşlardır(29).
Tüberkülin Deri Testi
Tüberkülin Deri Testi Nedir?
Tüberkülin deri testi akciğerleri etkileyen bulaşıcı bir hastalık olan veremin teşhisinde yardımcı rol oynar. Küçük bir miktar verem toksininin (tüberkülin) iç-ön kolda deri altına yerleştirilmesi işlemidir. Test edilen kişi vereme maruz kalmışsa iki gün içinde deride işlem yapılan noktada toksinlere reaksiyon olarak kırmızı, sert bir kabartı oluşuyor. En sık kullanılan Mantoux tüberkülin deri testinde, saflaştırılmış protein türevi (purified protein derivative–PPD) adı verilen sabit miktarda tüberküloz antijeni içerir. Mantoux TB testi aşı olmasa da, tüberküloz antijenleri şırıngaya konularak deri altına enjekte edilir(30).
Tüberkülin Testi Ne Kadar Güvenli?
Mantoux’nun kullanımdaki en yaygın deri testi Tubersol, Aventis Pasteur tarafından üretilmekte. Üretici açıklamalarına göre ürünleri “. . . mycobacterium tuberculosis‘in insan suşundan elde edilmiş”. Ayrıca, içeriğinde stabilizatör olarak Tween 80; koruyucu madde olarak da fenol bulunmaktadır(31). Tween 80, kanserojen etkisinden şüphelenilen ve aynı zamanda karaciğer ve böbreği zehirleyici etkisi bilinen 1,4 dioksan ihtiva edebilecek olan polysorbate 80‘in ticari ismidir(32,33). Fenol adlı maddenin karaciğer, böbrek, kardiyovasküler ve merkezi sinir sistemine zehirleyici etkisi olduğu düşünülmektedir(34).
Tüberkülin Testi Sonuçları Ne Kadar Güvenilir?
Test sonuçları pekçok faktörden etkilenebilir. Bu yüzden yanlış pozitif veya yanlış negatif bulgulara görece olarak sık rastlanır. Örneğin, Maureen Ryan adlı New York’lu bir kadın konulan yanlış verem teşhisi nedeniyle son iki ayını eve kapanıp ağır dozda antibiyotikler içerek geçirmiş ve tüm bu süre boyunca da çocuklarına ve torunlarına verem geçirdi diye endişelenmiş. 2007 yılının mayıs ayında kendisine yok yere yaşatılan bu sıkıntı için 75,000$ tazminat almaya hak kazanmıştır(35). Viral enfeksiyonlar, virüs aşıları, beslenme bozukluğu, lösemi ve bağışıklığı baskılayıcı ilaç kullanımı tüberkülin deri testinde yanlış negatif sonuçlara yol açabilir(36). Daha önce olunan verem (BCG) aşısı veya verem dışındaki birtakım enfeksiyonlar ise yanlış pozitif sonuç alınmasına neden olabilir. (Örneği verilen Maureen Ryan test sırasında bronşite benzer bir hastalıktan muzdarip.(37)) Bunun yanısıra, sert kırmızı şişkinliğin boyutunu ölçerek testin sonucunu buna göre yorumlayacak sağlık personelin de yanlış teşhislerde payı var(38,39). Deri testinin yanında göğüs röntgeni veya tükrük (sputum) kültürü de istenebilmektedir(40).