Otizm Nasıl Oluşur: Kathryn Wolcott’la Söyleşi

Otizm Nasıl Oluşur: Kathryn Wolcott’la Söyleşi

Söyleşiyi yapan: Dan Olmsted

Çocuklarının nasıl otizm geliştirdiğini anlatan anne-babalarla yaptığımız bir dizi söyleşinin ilki bu. Bugün, Kathryn Wolcott’u ağırlıyoruz. Bu söyleşilere katılmak isterseniz, bana [email protected] adresinden ulaşabilirsiniz.

Dan: Bu diziyle ilgili daha önce bir söyleşi yapmamıştım, o yüzden ilk olmayı kabul edip benimle görüştüğünüz için teşekkür ederim. Bizlere biraz bugünkü durumunuzdan, nerede yaşadığınızdan, mesleğinizden, ailenizden ve belki kızınız Norah’nın başına gelenlerden bahsedebilir misiniz?

Kathryn: Seve seve… Olup bitenleri ilk defa bu kadar ayrıntısıyla dile getirmiş olacağım ben de.

autism3Eşimle Michigan’ın Jackson kasabasında, başkent Lansing’in hemen güneyinde yaşıyoruz. İkimiz de Michigan Devlet Üniversitesi’nden mezunuz. Çocukluktan beri birbirimizi tanıyoruz ve üniversiteden sonra da hayatlarımızı birleştirdik. Üniversite tahsilim iletişim üzerine, ardından sağlık iletişimi üzerine yüksek lisans yaptım ve epidemiyoloji ve halk sağlığı eğitimi gördüm. Kızımın doğumundan sonra verdiğim master tezim CDC’nin aşı takvimi, Jenny McCarthy’nin halk sağlığına nasıl zarar vermekte olduğu olduğu ve aşıların nasıl da kesinkez otizme yol açmadığı üzerineydi.

Dan: Ciddi olamazsınız.

Kathryn: Son derece ciddiyim, durumu bu denli ironik hale getiren de bu zaten. Elbette tüm bilgiler bizzat CDC’dendi. Ailemde herkesin mutlaka grip aşılarını yaptırıyordum ve kızım da aşı takvimine göre her ay harfiyen aşılandı, öyle bekletme geciktirme filan da olmadı.

Evlendikten ikibuçuk sene kadar sonra bebek beklediğimizi öğrendik, o ara birileri aşı-otizm bağlantısından bahsedecek oldu bana ve ben tabii ki yaylım ateşine başladım; “Elbette aşılar otizme yol açmaz, bugün daha iyi teşhis var da ondan rakamlar yüksek gözüküyor, zaten benim kızım olacak ve otizm kızlarda erkeklere oranla çok daha az görülüyor.” Hamileyken grip aşısını da oldum, ne varsa oldum.

Kızım 39 haftalık doğdu. Planlı, suni sancıyla başlatılan bir doğumdu, ki bu da büyük pişmanlıklarımdan biridir. Gayet iyi gelişiyordu aslında. Emziriyordum … Başlarda emzirmeyle ilgili biraz sıkıntı yaşadık ama olsun. Doğumda K vitamini iğnesini oldu, sonra ikinci haftada Hepatit-B geldi ve hastalandı, ateşi filan çıktı.

Sonra bağırsaklarda sorunlar ortaya çıkmaya başladı, berbat bir kabızlık, çınlata çınlata ağlamalar ve gaz, ki emen bir bebekte pek olmaması lazım bunların. Süt ve süt ürünlerini kestim, bu biraz yardım eder gibi oldu, ta ki ikinci ay aşılarını olana kadar, aşılardan sonra yeniden hasta oldu, tüm o çığlık şeklinde ağlamalar, ateş, hepsi yeniden başladı. Tabii deli gibi Tylenol [paracetamol] verdim o arada.

Dördüncü ay aşılarını oldu, yine aynı şey – ateş, avaz avaz ağlamalar ama henüz bir şey yoktu daha. Sonra, dört ve altıncı ay aşıları arasında baş çevresi 25. persantilden -küçük bir bebekti, o yüzden persantili oradaydı- 90’a çıktı. O noktada uyanmam gerekirdi, fakat ancak şimdi geriye baktığımda anlıyorum olanları.

Dan: Siz fark etmiş miydiniz baştaki bu büyümeyi yoksa doktor ölçtüğünde mi fark etti?

autism4Kathryn: Rutin kontrolünde ölçtüler ve “Vay, ilginç hakikaten, başı cidden çok büyümüş.”, dediler. Muayene edip baktılar ama kızımın tepkileri yerindeydi, iyi gözüküyordu, hem başka herhangi bir yan etki gözlemlememiştik, bağırsak sorunları dışında tabii, ki o da ben sütü kesince iyiye gitmeye başlamıştı. O noktada bunun [baştaki büyüme] kötü bir şey olup olmadığını sorduğumu hatırlıyorum ve bana “Bazen böyle şeyler olur, bebeklerin hepsi farklı büyüyor sonuçta.”, demişlerdi. O ara biraz daha fazla araştırmaya başladım konuyu, çünkü başının bu kadar hızla bu denli büyümesi bana hiç normal gelmiyordu.

Sonra altıncı ay randevumuzda tabii yine aşılattık ve bu sefer gerçekten çok kötü rahatsızlandı ve günlerden de Cuma’ydı. Bu ayrıntıyı hiç unutmuyorum. Ateşi çıktı, kusuyordu, iki gün hiçbir şey yemedi ve acile götürdük. Sonunda bir şeyler yiyebildi ve tabii elimize Tylenol verip eve gönderdiler, sonra tekrar aldım pediyatristine götürdüm.

Dan: Şunu sormak istiyorum bu noktada, acile gittiğinizde bunun aşılardan olduğunu düşündüğünüzü söylediniz mi?

Kathryn: Kesinlikle ve bana aşı reaksiyonu olmadığını söylediler. Tesadüf sadece dediler, virütik bir enfeksiyon olduğunu söylediler. Tesadüftü yani.

Dan: Anlıyorum.

Kathryn: Hayır, kesinlikle aşı reaksiyonu diye kaydedilmedi bu.

Dan: Tutulan raporu açıkça gördünüz mü?

Kathryn: Elbette. Pazartesi pediyatristine götürdüm ve orada da aynı şeyi söylediler, tesadüf dediler. O noktada aşı olayını ağırdan almaya karar verdim. 10. ay aşılarını olmadı ve 12. ayda da “Son olduğunda kötü bir reaksiyon yaşadık, biraz yavaş gitmekte fayda var”, dedim. 12. ay aşılarını hiç yaptırmadım, ki sanırım KKK ve su çiçeği aşıları bunlar. Bunları hiç olmadı.

Kızım 12 aylıkken yeniden hamile olduğumu öğrendim ve o zamanki pediyatristi hamile olduğum için kızımı 12. ayında sütten kesmem gerektiğini söyledi. Önerisini dinlemedim ve pediyatristimizi değiştirdik. Yeni pediyatristimiz aşı yaptırmama kararımızı destekleyen bir hekim. Ancak bu noktada sanırım kızım için çok geçti ve 13., 14. aylarda bir takım gecikmeler ortaya çıkmaya başladı. Yavaş bir gerilemeydi bu. 15. ayda bir aşı daha oldu, o dönem her seferinde bir aşı yaptırmaya karar vermiştim çünkü. Tam hatırlamıyorum, sanırım Hib veya DtaB aşısıydı bu.

Yavaş gelişti her şey. Söyleyebildiği birkaç kelime vardı, yavaş yavaş bunları daha az söyler oldu. Göz teması her zaman çok iyiydi, ki hala öyle. Şimdi ikibuçuk yaşında, hatta ikibuçuk bile değil. Göz teması iyi. Ancak bağırsak problemleri sürekli daha kötüye gitti ve biz de iyice aşikar hale gelmeye başladığından hep buna odaklandık. Sorun hep bu zannettik. Hiç yeni kelime öğrenmiyordu. Fiziksel olarak bir sorun yoktu mesela, emekliyordu, yürüyordu. Ama elle işaret etme yoktu.

Alerji uzmanına götürdük. Doktoru bir IgG testi yaptı ve gluten, kazein ve soyaya hasassiyet çıktı. Bize bir probiyotik verdi ve “Bunları kesin.”, dedi. Kestik, mide-bağırsak sorunları biraz düzelir gibi oldu ama öyle aman aman bir iyileşme olmadı. Sonra pediyatristimize acaba otizm olabilir mi diye sorular sormaya başladım, bana, “İsmine yanıt veriyor ve sosyal, ama konuşma yok.”, dedi. Ardından birtakım tekrarlı hareketler görmeye başladık, hani öyle küçük şeyler, mesela belirli bir oyuncağa biraz fazla takılma gibi.

Daha sonra resmi otizm tanısı geldi, 21. ayda bunu bize söylediler. O son aşıdan birkaç ay sonra oluyor bu ve bir daha da aşı olmadı zaten. Hemen hemen tüm farmasötik ilaçları kestik aslına bakarsanız; ateşlenmelerde Tylenol vermeyi bıraktık.

Dan: Şu anda ne durumda peki kızınız? Hani şu anda bir plato evresinde mi otizmi … nasıl?

Kathryn: Biyomedikal tedaviye başladık. Burada yaşayan ve üstelik de sigortayla çalışan bir doktor bulduk ve hatta kendisi bir DAN! [Defeat Autism Now!] doktoru. Pediyatristimiz de kendisiyle temasta, bir ekip olarak çalışıyorlar ve bunun için müteşekkiriz hakikaten. Gıda desteklerine ve mantar tedavisine başladık ve kızım daha iyiye gidiyor. ABA’ya başladık, bu daha doğal bir ortamda uygulanan ABA, o yüzden içim biraz daha rahat o konuda. Konuşma ve ergoterapi hiç işe yaramadı. Bizim için en büyük kazanım bu mide-bağırsak mantarlarını bir ölçüde tedavi edebilmek oldu.

Dan: Bu daha çok taze bir olay yani sizin için. Daha yeni başınıza geldi tüm bunlar.

Kathryn: Ya bilemezsiniz, bir süre tam anlamıyla dibe vurdum çünkü biliyordum, ne olduğunu bile bile devam ettim ve her şeyi mahvettim. Hatta tanıyı almasının hemen ardından Autism One kongresine bile gittik, Chicago bize yakın sayılır çünkü ve orada Dr. Wakefield‘in konuşmasını dinledim ve hayatımızda yeni bir çığır açıldı o konuşmayla.

Dan: Ne açıdan?

Kathryn: Oğlum, şu an dokuz aylık … Yeni bir bebek, aynı anda kızımız teşhis alıyor, anlayacağınız oldukça gerilimli ve yoğun bir dönemden geçtik o ara. Oğlum hiçbir aşıyı olmadı ve her şey çok daha iyi gidiyor.

Dan: Şunu sormak istiyorum size, çünkü bu sürekli karşımıza çıkan bir konu, nasıl bir düşünce prosesi yaşadığınızı merak ediyorum. Neden bunun aşılarla ilgili olduğunu düşünüyorsunuz, sizi böyle düşünmeye iten nedir?

Kathryn: Tabii ki ortaya konulan araştırmalar. Cıva ve alüminyum toksisitesi ile igili araştırmaları ve ortaya çıkardıkları semptomların otizmle benzerliklerini okudum ve tabii bir de bunun bir spektrum bozukluğu olduğu gerçeği var, her şey zamanlamaya bakıyor ve bunun etkisi de herkes için farklı oluyor. Yüzüme haykırıyor resmen tüm bunlar arasındaki bağlantı. Doğrudan aşı mıdır nedeni derseniz, bence hayır, ama cilası oldu işte, işi bitiren hamleydi aşılar.

Ailemde otoimmün hastalıktan geçilmez mesela benim, hakikaten hemen herkeste vardır. Ailedeki hemen her kadında bir çeşit tiroid sorunu var mesela ve tabii diyabet ve Hashimoto’s ve skleroderma. Keşke bunları hesaba katmam gerektiğini önceden bilseydim. Mesela doktorlar tüm bunları soruyorlar size değil mi, ailede hastalık öyküsü olup olmadığı filan, e ama siz söylemenize rağmen bu bilgiyle ilgili pek bir şey yapmıyorlar ki.

Dan: Evet, sanırım aşıların bunlarla hiçbir ilgisi olamayacağını düşündükleri için ne fark eder ki diyorlar. Anlattıklarınıza göre Norah her seferinde bir öncekinden daha kötü hastalanmışa benziyor.

Kathryn:   [Yeni doktor] kızımın kayıtlarından, her defasında rutin doktor kontrolü sonrasında hastalanmış olduğunu fark etti. Kızımdaki gıda alerjilerinden bahsederken de, “Bence gıda alerjileri ve aşılar arasında bağlantı var”, dedi. Sonra da, “Aşıları biraz ağırdan almakta, okul çağına gelinceye dek beklemekte fayda var. Yine de aşılatmak istiyorsanız, ağırdan alın ve bağışıklık sistemi oturuncaya, yeterince büyüyünceye kadar bekleyin” tavsiyesinde bulundu. Bu doktoru bulduğuma öyle memnunum ki. Kendi çocuklarını aşılatmıyor. Bu beni hayli düşündürdü: Doktorum çocuklarına aşı yapmıyor.

 

Dan: Alerjilerin, bu gıda alerjilerininin ortaya çıkmasına aşıların neden olduğunu mu düşünüyor?

Kathryn: Evet. Hatta daha ilk muayenede söyledi bunu bize.

Dan: İlginç aslında, bana sanki burada KKK’nın dışındaki aşılarla ilgili de soru işaretleri varmış gibi geliyor, zira kızınız KKK aşısı olmadığına göre?

Kathryn: Evet, hep kendime onu diyordum, “Yok, otizm olamaz çünkü …” Tüm o işitme testlerini filan yaptırdık. Kimse de psikolojik test dışında bir test yapmadı. Gözlemlemek dışında bir şey yapan çıkmadı, bu hakikaten çok tuhaf bana kalırsa.

Dan: Gebelikte olduğunuz o grip aşısında cıva olup olmadığını biliyor musunuz?

Kathryn: Hiçbir fikrim yok, ama vardır herhalde diye düşünüyorum. Tam da 20., 22. hafta civarıydı, tam o kritik dönemde hem de.

Dan: İsteseniz öğrenebilirsiniz aslında ama haklısınız, cıvasız istiyorum diye özellikle bildirmediğiniz müddetçe, yetişkin tipi cıvalı grip aşılarından oluyorsunuz. “Ama aşılarda artık cıva yok ki” diyeceklere buradan ‘bebeğiniz gebeliğin kritik bir evresindeyken olduğunuz grip aşısı hariç’ demek lazım.

Kathryn: Evet, nörolojik gelişimin kritik safhaları bunlar.

Dan: Size göre, anladığım kadarıyla, ailenizdeki otoimmün sorunların yanısıra gebelikteki grip aşısı ve ardından da doğum sonrası buna eklenen aşılamalardı buna sebep.

Kathryn: Evet. Şimdi bildiğim şeylerle bakıyorum da, tüm o sağlık geçmişiyle otizm karşısında hiç şansı yoktu zaten … Nasıl öfkeleniyorum düşündükçe.

Dan: Elbette. Anlıyorum sizi.

 

Kathryn: Aşıları dışında hastalık görmedi ki. Bir soğuk algınlığı bile olmadı, bir kere antibiyotik almadı. Tek hastalık yapan şey aşılarıydı.

Dan: Hiç antibiyotik almadı mı?

Kathryn: Hayır.

Dan: Bu da ilginç, zira bazen antibiyotik kullanımı da otizme giden süreçte etken olarak kabul ediliyor ama sizin durumunuzda değil belli ki.

Kathryn: Evet. Kızımda oldukça ağır mantar sorunları var yalnız ve doktorumuz, DAN! doktorumuz hiç bu kadar kötüsünü, hele ki antibiyotik kullanmamış bir çocukta hiç böylesini görmediğini söylüyor, bu da bana mantarın doğuştan olduğunu düşündürtüyor.

Dan: Bu aynı zamanda bağışıklık sisteminin de iyi çalışmadığını gösterir mi?

Kathryn: Kesinlikle, bağışıklık sistemi zayıf demek bu aynı zamanda. Doktorumuz hiperimmünite’den şüpheleniyor, çünkü bakarsanız hiç hasta bile olmayan bir çocuk, ancak bağışıklık sistemi biraz fazla aktif.

Dan: Düşünecek olursak durumunuz esasında ilginç, hani bundan daha kısa bir süre öncesine kadar bebek bekleyen bir anne, ondan da önce otizmle aşılar arasında bağlantı olmadığını, ortada buna dair kanıt olmadığını söyleyen bir üniversite öğrencisiymişsiniz. Bu söyleşi dizisini yapma nedenlerimden biri de aksine kanıtın olduğunu ve bundan çok ağır şekilde etkilenmiş pekçok da insanın var olduğunu göstermek. Geçmişte sizin de yaptığınız gibi bu konuyla ilgili, hayır bağlantı yoktur, olmadığı kanıtlanmıştır, bunu iddia edenler yalnızca Playboy modelleridir, çocuğunuzun aşılardan sonra otizm geliştirmesi tesadüftür, siz zaten bunun için suçlayacak birilerini arıyorsunuz ve buna benzer şeyleri söyleyen, buna inananlara ne demek istersiniz? Bu insanlara ne derdiniz?

Kathryn:   Onlara araştırma konularındaki bunca bilgime dayanarak, rakamları istediğiniz şekilde göstermenin ne kadar kolay olduğunu bildiğimi söylerdim. Eğer bilimsel araştırmadan hakikaten anlayan biriyseniz, bu ilaç firmalarının, veri her nereden gelirse gelsin çalışmayı lehlerineymiş gibi göstermelerinin çocuk işi olduğunu bilirsiniz. Araştırma yapacaklara, çalışmayı kimin yaptırdığına, paranın nereden geldiğine bakmalarını öneririm – bu çok şey fark ettirir.

Ayrıca bu, daha önce zannettiğimin aksine Jenny McCarthy’nin çok ötesinde bir hareket. Kanıtımın sadece anekdotal olduğunu biliyorum ama bu noktada benim için yeter de artar bile ve diğer anneler için de böyle olduğunu düşünüyorum. Üniversiteli ben bu anlattıklarımın hiçbirine inanmazdı, ancak ne zaman ki o korumak istediğim bebeği aldım kucağıma, konuyu enine boyuna araştırmanın önemini anladım ve tek kaynağınızın kesinlikle CDC olmaması gerektiğini, ki en büyük fark yaratan şey de bu oldu.

Dan: Bir gazeteci olarak benim şahsen inanmakta zorlandığım, dünyanın her yerinden siz ve sizin gibi eğitimli, bilgili, bir şeyler uydurmak için hiçbir nedeni olmayan ve sadece gerçekleri anlatmaya çalışan bunca anne-babanın söylediklerinin toptan şarlatanlık ve çatlaklık olduğuna hükmedilmesi. Gerçekten de eşi benzeri olmayan bir durum bu ve halen daha devam etmesini ise hiç aklım almıyor. Tam da 2000 senesi civarıydı, devletin aşılardaki cıvadan dolayı açıkça endişeye kapıldığını hepimiz gördük, ki aşılardan cıvayı çıkartma kararı aldılar. Bugün bakıyorsunuz bundan neredeyse bir 12 sene sonra siz gidip o grip aşısını oluyorsunuz ve belki de hiç başlamayacak bir yığın sorunun kapısını aralıyorsunuz … Zor hakikaten de…

Kathryn:   Öyle. Bir başka nokta – Otizm kesinlikle artıyor. Liseye beraber gittiğim dört arkadaşım var, hala da görüşürüz ve üçümüzün çocuğu spektrumda.

Dan: Vay canına.

Kathryn: Bu bana hakikaten inanılmaz geliyor. Benimki aralarında en küçüğü, fakat cidden bu nasıl mümkün olabilir? Ben çocukken 1.000 kişilik koskoca okulda tek bir otizmli çocuk vardı, ki öyle çok eski bir zamandan da bahsetmiyorum. 20 sene, hadi bilemediniz 15 sene öncesi bu? Ortada dönen bir şeyler var ve neden kimsenin umurunda bile değil ben onu anlamak istiyorum. Hiçkimse aldırmıyor bile.

Dan: Evet, niye buna aldırış eden yok?

Kathryn: Kendi başlarına gelince edecekler, ki bu da yakındır.

Dan: İnsanlar niye aldırış etmiyorlar? Doğru olduğun inanmıyorlar da ondan herhalde. 8 yıl önce doğan her 68 çocuktan 1’inin devletin uyguladığı bir programla ciddi şekilde zarar gördüğüne inansalar silaha sarılırlardı herhalde. İnsanların bu denli ben-merkezci şekilde işi olasılığa bırakıp piyangonun kendilerine vurmayacağına hükmetmeleri, risk alıp ötesini pek düşünmemeleri inanılır şey değil. Bilmiyorum, ben hala inanamıyorum buna.

Kathryn: (Uzun bir sessizlik.) Kelimelerin anlamını yitirdiği, diyecek söz bulamadığım yer burası işte çünkü hiç bilmiyorum. Ben niye daha önce o insandım, bilmiyorum. Bilmiyorum. Yalandan ibaret olduğunu öğrendiğim şeyleri düşündükçe hayretler içerisinde kalıyorum. Okuldaki hizmetlerden yararlanabilmesi için bir de aşılamaya neden devam etmediğimizle ilgili bir feragat belgesi imzalamak zorunda kaldık. Sağlık bakanlığına gitmek zorunda kaldık, inanabiliyor musunuz?

Hayatımda katlanmak zorunda kaldığım en aşağılayıcı şeylerden biriydi bu. Oradaki görevli bayan bana bilimsel araştırmadan hiçbir şey anlamadığımı söyledi, elimize de aşılarla otizmin nasıl da hiç bir ilişkisi olmadığını, Andrew Wakefield’in bir şarlatan olduğunu ve regresif otizmin, hani biz herhangi bir regresyon filan fark ettiysek bile, hani aslında nasıl bize öyle gelmiş olduğunu, aslında regresyon filan olmadığını anlatan bir broşür tutuşturdu.

Dan: Tutup çocuğunuza olduğunu gözlerinizle gördüğünüz bir şey üzerine size bir de ahkam kesip ders vermeleri, çocuğunuza olanların kendi hataları olmadığını söylemeleri akıl alır şey değil. Her şey sizin hatanızdı, bu kadar.

Kathryn: Ve düşünün, ben hepsini kafamda kurdum bunların, bana öyle geldi. Hayal gördük biz.

Dan: Bu yeni gerçeklikle bundan sonraki yaşamınızda ne gibi değişiklikler bekliyor sizi? Kızınızın otizmden tamamen kurtulacağından umutlu musunuz? Kariyerinizde olsun başka şeylerde olsun değişiklikler olacak mı?

Kathryn: Kesinlikle. Bu durum bizim için her şeyi değiştirdi. Organiğe yöneldik ve evimizi toksinlerden arındırmaya başladık. Kızımızı evde okutmaya karar verdik. Aslında şartlar nedeniyle bu karar kendiliğinden oluştu, zira tüm bu devlet okulu sistemi, yapılanması tam içime sinmiyor … sadece aşı dayatmasından dolayı da değil. Her adımında devlet kontrolü ve dataması sözkonusu ve bu da rahatsız edici. Kariyer planım ise kesinlikle değişti. Bir zamanlar CDC’de çalışma hayalim vardı, şimdi ise CDC’den kaçabildiğim kadar uzakta olmak tercihim.

Dan: İki çocuğunuz var, evden mi çalışıyorsunuz, yoksa…

Kathryn: Bölgedeki bir üniversitede iletişim dersleri veriyorum; yarı zamanlı olarak. Eşim Blue Cross, Blue Shield’de çalışıyor, yani tıpla fazlasıyla içiçeyiz hala.

Dan: En azından iyi bir sigortanız var.

Kathryn: İşte bu çok işe yaradı bizim için. Tüm hayatımızı değiştirdi. Oğlum aşısız. Bu hareketin bir savunucusuyum artık, inançlarım konusunda sessiz kalmıyorum, sosyal medyada olsun ya da arkadaş çevremde inançlarımı dillendiriyorum. Arkadaşlarımdan bazılarını kaybetmiş bile olabilirim, bilmiyorum ama insanlar son zamanlarda kendilerini biraz çeker gibi oldular. Ancak bir taraftan da bir sürü insan da bana sorularla geliyor, kaybettiğim kadar kazanıyorum da sanırım.

Dan: Bu şekilde yepyeni bir çevre ediniyorsunuz bakın, hem kendi çocukları hem de diğer herkesin iyiliğine kendini adamış çok daha ilginç insanlar buluyorsunuz. Otizm konusundan dolayı hayatlarında gördükleri belki de en iyi insanlarla tanıştıklarını söyleyen ve diğer bazı kimseler içinse hiç tanışmamış olmayı dileyen insanlar biliyorum.

Kathryn: Evet. Bu bir pozitifi işin. Ve evet, kızımın iyileşeceğinden %100 ümitliyim. Bu inancı taşımalıyım çünkü her yeni güne göğüs germemizi bu sağlıyor.  İyileşeceğine duyduğumuz inanç bize güç veriyor. Başarma ihtimalimiz oldukça yüksek bana kalırsa. İnanılmaz ilerlemeler görüyoruz, ki daha başlayalı birkaç ay oldu.

Dan: Şimdiden büyük aşama kaydetmişsiniz ve bunun için de doğru kişilerle berabersiniz. Erken ergenlik dönemlerinde bile çok büyük kazanımlar elde etmiş, ondan sonrasında da gayet fonksiyonel ve mutlu yaşayan insanlar hakkında yazılarım oldu. Sizin için de böyle olması gayet muhtemel.

Kathryn: İş doğru kombinasyonu bulabilmekte bence, hepsi birbirinden öyle farklı ki çünkü tüm bunlara sebep olan şeyin zamanlamasını bilmiyorsunuz. Çoğumuzun çocuklarımızda çeşitli derecelerde iyileşme sağlayacak bir şeyler bulacağımıza inanıyorum.

Dan: Kesinlikle katılıyorum ve bu harika söyleşi için teşekkür ediyorum.

Kathryn: Dinlediğiniz için ben teşekkür ederim. Bana da iyi geldi bu. Bunları tüm dünyayla paylaşmayı çok isterim.

Dan Olmsted, Age of Autism‘de editördür. İletişim için: [email protected]

ahmet aydınkitap

Bebeğime sentetik K vitamini iğnesi mi? İstemem, kalsın.

Bebeğime sentetik K vitamini iğnesi mi? İstemem, kalsın.

K vitamini foto

Aşılara muhalif bu hareket de birden vitamin karşıtlığı haline dönüştü ve bakın bebekler … zarar görüyor bundan. En azından sizlerin inanmanızı istedikleri bu. Görünen o ki gitgide daha fazla insan bu konuda kendini eğitiyor ve doğumda verilen bu sentetik K vitamini “profilaksisi”ni reddediyor. Korkunç bir problem bu. Ebeveynlerin kalkıp otoriteyi veyahut da daha sadece birkaç onyıldır tedavülde olup üstelik de ne kontrol grubu kullanılmış ne de uzun vadedeki etkileri araştırılmış zayıf birtakım “deney” sonuçlarına dayandırılmış bir uygulamayı sorgulaması kabul edilemez.

Peki ya Amerika Birleşik Devletleri’nde her yıl ‘K vitamini eksikliğine bağlı kanama’dan ölen her dört milyon çocuktan dördüne ne diyeceksiniz? Yok, bunlar gebelikte alınan ilaçlardan, modern kadın-doğum uygulamalarında anne ve bebeklere yaşatılan travmadan, göbek bağının erken klemplenmesinden, antibiyotiklerle silip süpürdüğümüz barsak florasındaki düşük bakteri seviyesinden, bebekken yapılan sünnetten ya da hayatının daha ilk 12 saatinde tutup cinsel ilişki ve kirli şırınga kullanımıyla bulaşan Hepatit B’den “korumak” adına vurduğumuz aşıdan olmaz zaten. Bebeklikte vurulan aşılardan kaynaklanabilecek bir dolu istenmeyen etkiden birinin de ensefalit [beyin iltihabı] olması ve bunun doğurabileceği sonuçlardan birinin de hemoraj [kanama] olması da tamamen tesadüftür.

Yok yok, hemoraj kesin K vitamini eksikliğindendir çünkü kanama K vitamini eksik diye başlamıştır, değil mi yani? Hayır, öyle değil. Ama hadi biz sanki bebekler doğumda öyle rastgele beyin kanaması geçiriyormuş gibi yapalım. Hatta, istatistiğini bile tutmadığımız, o denli ender görülen bir şeyden koruyacağız diye tutup her bebeğe, ona zarar verebilecek bir şeyi zerk ediyor olmamız de akla son derece yatkın.

Başka neyin istatistiğini tutmuyoruz, biliyor musunuz? K vitamini iğnesinden zarar görmüş bebeklerin. Bebeğiniz bu K vitamini iğnesinden lösemi mi oldu diyorsunuz? Doğrudur, bunu kabul ediyoruz zaten. Elde bunu ispatlayan çalışmalar var…ama hele şöyle yeter sayıda insan bunu sorgulamaya bir başlasın, o zaman tüm bu çalışmalar yanlışmış, çıkar gruplarının işiymiş, çalışmayı yapanların da sağduyusu tatile çıkmış gibi yaparız biz de.

Tüm aşılar ve ilaçlar gibi bu K vitamini iğnesi de kesinkez “güvenli” bakın. Ürün bilgilendirme formlarında yazan o istenmeyen etkiler de laf olsun diye var. Prospektüsteki “siyah kutu uyarısı“nı geçin, okumanıza bile gerek yok. Sonuçta burada mevzubahis olan sadece çocuklarımızın hayatı, öyle değil mi?

KAS İÇİ uygulama sonrası ölüm de dahil olmak üzere ağır reaksiyonlar bildirilmiştir. Görülen bu ağır reaksiyonlar, aralarında şok ve kalp ve/veya solunum durması da olmak üzere aşırı hassasiyet tepkisi veya anafilaksiyi andırmaktadır.
“Uyarı” Bakteriostatik Sodyum Klorür Enjeksiyonu’nda koruyucu olarak kullanılan benzil alkol yenidoğanlar için toksik etkiye sahiptir. […] Benzil alkol prematüre bebeklerde ölümcül “solunum güçlüğü sendromu” (gasping syndrome) ile ilişkilendirilmiştir.
Araştırmalara göre parenteral (bağırsak dışı) yolla 4 ila 5 mcg/kg/gün seviyesinde alüminyum alan prematüre yenidoğanlar da dahil olmak üzere böbreklerinde işlev bozukluğu olan hastalarda alüminyum birikerek, merkezi sinir sistemi ve kemik toksisitesi oluşturacak düzeylere ulaşmaktadır. Bundan daha düşük doz uygulamalarında dahi doku yüklenmesi oluşabilmektedir. Yenidoğanlarda, özellikle de prematüre olanlarda görülen hemoliz (alyuvar erimesi), sarılık ve hiperbilirübinemi (kanda aşırı miktarda bilüribin bulunuşu) gibi sorunlar K vitamini enjeksiyonunun dozuyla alakalı olabilir. Bakın bu ilginç. Yenidoğan Hemolitik Hastalığı (yani, genellikle sarılıkla kendini gösteren ABO ve Rh kantiplerinin uyuşmazlığı) ölümcül olabiliyor. Kızımda vardı bu. Kimi zaman ölümle de sonuçlanabilen bu tehlikeli hastalığı daha da ağırlaştırabilecek K vitamini iğnesini çok şükür ki yaptırmadım.

Benim yediğim yeşilliklerin üzerinde öyle “ölüme sebebiyet verebilir” diye bir siyah kutu uyarısı yok. Sizinkinde? Hayır, çünkü bir bebeğe biyolojik olarak gayri tabii şekilde kas içinden zerk edilen “K vitamini” oturup afiyetle yediğiniz sebzeden aldığınız K vitamini ile aynı şey olmadığı gibi anne sütündeki halinden de farklı. Vitaminlerin sentetik hali ile doğal hali bir olmadığı gibi vücutta aynı şekilde de proses edilmiyorlar. Laboratuvarda üretilmiş vitaminlere “sentetik” denmesinin nedeni bu işte. Merak edenler için söyleyelim; doğal yolla oluşmayan, patentli, sentetik (ve hertürlü katkı maddesi ve koruyucularla bezeli) maddelere ‘ilaç’ diyoruz.

K1 vitamini daha 1929’da keşfedilmiş ve bilimadamları nasıl çalıştığını henüz tam anlayabilmiş değiller. Bebeklere gelince, (tüm) bebeklerde yetişkinlere oranla bu vitaminin daha düşük seviyede olduğunu biliyorlar ve bunu “düzeltilmesi” veya değiştirilmesi gereken bir eksiklik diye düşünüyorlar…tıpkı bebeklerdeki düşük demir ve D vitamini seviyelerinde olduğu gibi. Peki ama K vitamini yetersizliğinden kanama geçirme riski ne kadar yüksek ki bebeklerin?

“Ortaya çıkma yaşına bakarsak, erken ‘K vitamini eksikliğine bağlı kanama’ [KVEK] doğumdan sonraki ilk 24 saat içinde görülüyor ve neredeyse salt ‘K vitamini inhibitörü ilaç kullanmış anneler’ ile ‘antibiyotik kullanan anneler’in bebeklerinde görülüyor.”

Antikonvülzan, antitüberküloz ilaçlarına veya kan incelticilere karşı biri değilim, ya siz? İyi ama o zaman söyler misiniz bana, daha hayatının ilk birkaç saatinde hem de onu ölüme götürebilecek akılalmaz dozda bir şeyle yeni doğmuş yavruma neden bu şekilde fiili bir saldırıda bulunmam gerekiyor?

Klasik KVEK, doğumdan sonraki 24 saat ile 7 gün arasında görülür ve doğum travması, aşılar, sünnet ile gereksiz tıbbi müdahaleler ile ilişkilendirilmiştir. Klinik tablo çoğu kez hafif seyirlidir; çürükler, gastroentestinal kan kaybı, göbek veya iğne giriş yerlerinde kanama şeklinde görülür. Ancak kan kaybı ehemmiyet arz edebilir ve ender olsa da intrakraniyal hemoraj (kafa içi kanama) olguları saptanmıştır. Görülme sıklığına dair tahminler eski verilere göre %0.25 ila %1.5, daha yeni verilere göre ise %0-0.44 arasında değişmektedir (vurgu bana aittir).

Siz de yakaladınız, değil mi? Bakın görün çocuğunuzun hemoraj geçirme riski gerçekte neymiş. Beyin hasarı, kanser veya ölüm tehlikesi taşıyan bir profilaksi yaptırmaya değer mi sizce? Bence değmez.

Geç KVEK, bebeklerin ‘sadece anne sütü ile beslenmesi’ ile “ilişkilendirilmiştir”. Hayatın 2. ve 12. haftaları arasında meydana gelir. Ağır klinik tabloda seyreder, ölüm oranı %20 olup intrakaniyal hemoraj görülme oranı %50’dir. […] Bebeklerin %75’inde altta yatan bir kolestaz (safra akımının kesilmesi) veya malabsorpsiyon (gıda maddelerinin bağırsaklardan kusurlu veya yetersiz emilmesi) bozukluğu vardır (ki bu da, gıda yoluyla aldıkları K vitamini miktarı ne kadar yüksek olursa olsun, kanı pıhtılaştıracak faktörleri sentezleyemeyecekleri anlamına gelir).

Eyvah, felaket bir durum, değil mi? Peki ama 2 ve 12. haftalar arasında hemoraja neden olabilecek başka ne gibi şeyler oluyor acaba? Neresinden bakacak olursanız olun emzirme eylemi tek başına, tutup kanama yaratacak bir travmaya neden olmaz, olamaz. Bakalım buna neden olabilecek şeyler neler:

Dört ve on ikinci hafta arasında bebeklere toplam on iki aşı veriyoruz. Bunlar, Hepatit B’nin ikinci dozu ile birlikte ikişer doz da DtaB, IPA, Hib ve KPA’dan oluşuyor. Kaldı ki bunların her birinin, kanamaya (hemoraja) götürebilecek vaskülit [kan veya lenf damarı iltihabı] ve beyin ensefalitine [iltihabına] yol açabileceği biliniyor. Çocuklarımız bu arada ayrıca iki doz da canlı rotavirüsü aşısı oluyor ki ‘shedding’ dediğimiz canlı organizma yayma yoluyla çevredeki başka insanlar da enfekte olabildiği gibi bu aşı hemorajik enterit (kanamalı bağırsak iltihabı) ile trombositopenik purpura’ya (kanda trombosit sayısının düşmesi ve kanama zamanının uzaması ile belirgin herhangi bir purpura şekli, bir tür pıhtılaşma bozukluğuna) da neden olabiliyor. Çocuğunuzun aşı prospektüslerini okumuş muydunuz?

Bırakalım “Geç başlangıçlı K vitamini eksikliğine bağlı kanama”yı filan. Biz buna basbayağı “Geç başlangıçlı aşı nedenli kanama” diyelim. Bu bebekler oldukları aşılardan rahatsızlandığında ne yapıyoruz, antibiyotik dayıyoruz. Bu da ne yapıyor, barsak floralarını silip süpürüp, anne sütünden aldıkları K vitaminini sentezleyebilmelerini önlüyor, kontrol dişi kanamalara karşı savunmasız kalıyorlar.

Anne sütü demişken…anne sütünde K vitamini seviyesi düşüktür, bu yüzden anne sütü dışında bir şey vermiyorsanız bebeğiniz için geç başlangıçlı KVEK riski artar diyorlar size. Ancak hesaba katmadıkları şey şu; anne sütündeki K vitamini hazım sırasında hemen kullanılabilecek, emilimi son derece yüksek formdadır. Sentetik versiyonu ise bebeğin doğum anında kanında taşıdığı K-vit seviyesinin hem 20.000 katıdır hem de yetişkinlere önerilen günlük dozun 100 kat üstündedir.

Emzirip emzirmediğinizin, bebeğe kanama geçirtecek travmanın oluşumuyla hiçbir ilgisi yok. Ama biz yine de “KVEK” propaganda levhasına flasterlenmiş bebekler sanki sezaryenle doğanlar veya annesi gebelik süresince antidepresan veya başka ilaçlar alanlar değilmiş gibi yapalım.

“Sentetik K vitamini” sevdalılarının anlamadıkları bir başka şey de ne biliyor musunuz? Bebeklerin (ve dahi tüm hayvanların) doğum anında K vitamini seviyelerinin düşük olmasının bir faydası, koruyucu bir etkisinin olabileceği fikri. Şimdi ortaya, hani şöyle bir düşünüldüğünde “akla mantığa uygun” geldiğini düşündüğüm birtakım fikirler atacağım. Gelin bunlara tek tek bir bakalım:

Birincisi, K vitamininin vücutta emiliminin gerçekleşebilmesi için çalışır durumda safra ve pankreatik sistemlere ihtiyaç var. Bebeğiniz doğduğunda sindirim sistemi henüz tam gelişmemiş olduğundandır ki en aşağı bir 6 aylık oluncaya kadar annesütü dışında bir şey almaz, katı gıdaları erteleriz ve annesütü de düşük oranda emilimi yüksek K vitamini içerir. Yüksek düzeyde K vitamini bu safhada karaciğere yüklenip yoracağı gibi (başka birtakım sorunlarla beraber) beyin hasarına da yol açabilir. Bebek büyüdükçe sindirim sistemi organları, içini çevreleyen mukozal tabaka, bağırsak florası ve enzim fonksiyonları gelişecek, bebek daha fazla K vitamini proses edebilir hale gelecek. K vitaminininin doğumda düşük seviyede olması…gayet anlaşılır bir şey.

İkincisi, göbek kordonu kanında kök hücreler vardır ve kanamaya karşı bebeği koruduğu gibi yenidoğanın bedeninde onarılacak her ne varsa kökhücreler görev başındadır. İşin can alıcı kısmı şu; bebeğin bu koruyucu kökhücre akımını alabilmesi için kordonun erkenden kesilmemesi, kanın da bu kökhücrelerin rahatlıkla hareket edebileceği ve işlev görebileceği şekilde ince olması gerekir. İşe bakın siz, bebeklerin kanamaya karşı kendi koruyucu mekanizması olsun, organları onarsın…fakat bu, bebeklere doğumda rutin K vitamini iğnesi uygulaması yerleştikten sonra keşfedilsin.

Üçüncüsü, yenidoğanlarda K vitamini seviyesinin düşük olmasının nedeni, bağırsaklarının henüz bunu sentezlemek için gerekli olan bakteri kolonizasyonundan mahrum olması ve “K vitamini döngüsü”nün yenidoğanlarda henüz çalışmıyor olması olabilir. O halde bağırsakları atlayıp K vitaminini doğrudan kasa zerk etmemiz gayet mantıklı bir hareket, değil mi? Ancak bir sorun daha var; bebeklerin böbrekleri de daha tam çalışmıyor ki.

Dördüncüsü, bebekler kanlarında yetişkinlere göre düşük K vitamini seviyeleriyle doğuyor, evet, ama bu seviye bile sorun önlemeye yetiyor; yani, (örneğin benimki gibi) bebeğinizden günlük topu kanı alınması gerekse veya (kızkardeşiminki gibi) bebeğinizin çürük/morluğu olsa bile illa önleyici (profilaktik) olarak K vitamini kullanmanız gerekmiyor.

Son olarak da, bebeklerin doğumdaki düşük K vitamini seviyesini haklı çıkaracak doğal birtakım koruma mekanizmalarına sahip olduğunu destekleyen çeşitli klinik olgu sunumları var (buradan ve buradan okuyabilirsiniz). Sizi bilmem ama bana kalırsa “iğneni yap, sonra oturur düşünürsün”den ziyade, önce ‘bu K vitamininin düşük olmasının hikmeti nedir’in cevabını bulmamız lazım.

K vitamini ebeveyn ve çocuklara niye bu şekilde dayatılıyor biliyor musunuz? Çünkü ilaç şirketleri para kaybetmeyi sevmiyor, doktorlar emirlerine karşı çıkılmasından hazzetmiyor, Amerikan Pediyatri Akademisi de uygulamadaki tavsiyesini değiştirmeye çekiniyor. Bizzat kendi doğum prosedürlerimizin yarattığı hasarın, sünnetin, aşıların, ilaçların ve gereksiz yere yapılan tıbbi müdahalelerin yol açabileceği kanamaları önlemek için baştan her bebeğe K vitamini iğnesi basmak çok daha kolay da ondan. Yenidoğanın bedenine yaşadığı her şeyin üzerine bir de, hani şu kömür-katranından elde edilen, üzerinde ölüme yol açabilir diye siyah kutu uyarısı bulunan antifriz katılmış, sentetik bir vitaminin akılalmaz yükseklikte dozuyla saldırıya geçmenin nasıl bir sakıncası olabilir ki, tamamen mantıklı bir davranış bu.

Kendisi dışında başka herşeyden kaynaklanacak bebek ölümlerini önlemek yücelik hakikaten ve fakat, bebeklerimize yine bir başka farmasötik ilaç enjekte etmek dışında bir çözüm yok mudur? Alın size birkaç fikir:

– gebelikte K vitamininden zengin bir diyetle beslenin,

– antibiyotiklere, yatıştırıcı/uyku haplarına, kan sulandırıcılara, antidepresan ve antikonvülzif ilaçlara “hayır deyiverin”,

– bebeğinizin kanama geçirme riskini arttıracak müdahalelerden gebelik süresince ve doğum esasında mümkün mertebe kaçının,

– kordonu geç kesin,

– aşı yaptırmayın,

– sünnet ettirmeyin (ya da en azından K vitamini müdahalesinin gerekmediği 8. güne kadar bekleyin).

Ve bir de, hazır yeri gelmişken…bir beş dakikamızı ayırıp da kanama riski yüksek olabilecek yenidoğanları “tarama”dan geçirme ve Hollanda’nın kullandığı, hakkında gayet sağlam araştırmalar bulunan oral K vitamini programına geçme fikrine ne dersiniz? Hiçbir çocuğu gereksiz bir müdahaleyle riske sokmak istemeyiz, değil mi?

Ben şahsen kendi çocuklarım için biyoloji, kanıt, ihtiyat ve sağduyudan yana karar almayı seçiyorum. İster Tanrı’ya inanıyor olun ister biyolojiye, ikisi de çuvallamış değil bana kalırsa ve “veriler” de şu ana kadar bunun aksini göstermiş değil. Katılanlar?

 

Tıp hekimi değilim ve buradakiler de tıbbi tavsiye değil. Sade bir ebeveyn olarak kendi naçizane görüşlerimi aktarıyorum sadece. Sorumluluk reddini okumak isteyenler burayı tıklayabilir, düzenli sağduyu dozuna ihtiyaç duyanlar Living Whole’a abone olabilir veya Facebook’tan takip edebilirler.

K Vitamini Enjeksiyonu

K Vitamini Enjeksiyonu

Doğumdan hemen sonra vurulan Hep-B aşısının dışında, bugün artık rutin olarak yapılan K vitamini enjeksiyonu çoğu ailenin radarından kaçıyor maalesef ve hatta ne Hep-B aşısının vurulduğundan ne de bu diğer iğnenin yapıldığından haberdar dahi edilmeyen anne-babalar var.

K vitamini kanı koyulaşturmak ve hemorajı önlemek için yapılıyor evet, fakat dikkatten kaçan pekçok nokta var bu uygulamada.

1. Hemen her bebeğin doğumdan sonraki ilk 7 gün boyunca kanı son derece incedir, 8. günde kan koyuluğu “normal”e (yetişkinlerin düzeyine) döner. Ancak bu maalesef tıp camiasınca tüm bebeklerde doğuştan “K vitamini eksikliği” olduğu şeklinde düşünülmekte. Acaba doğumda bebeğin kanının ince olmasının altında ne gibi bir neden yatar ve doğa bunu niye öngörmüş, bu ne işe yarar diye düşünülmez. Bunu daha sonra açıklayacağım.

2. Doğumdan hemen sonra bebeklere uygulanan bu tip acı verici işlemlerin bebeklerin duyusal sistemlerinde ve bunu müteakip psikolojilerinde yarattığı travma hiç gözönüne alınmaz. Bebeklere yaşatılan bu fiziksel acı içeren travmaların kısa ve uzun dönemde yarattığı olumsuz etkileri incelemiş önemli araştırma ve makaleler var, ancak hekimlerimiz bunlardan ne kadar haberdar bilemiyorum.

3. Yapılan iğnedeki K vitamini oranı yenidoğanın kanındaki oranın 20,000 katıdır. Bu dozu tutup yetişkin insan kanındaki düzeye göre ayarlıyorlar. Yani yenidoğanların kanındaki K-vit oranı yetişkinlerin düzeyinde değil diye bunu “anormal” bir durum olarak kabul ediyorlar. Sürekli atlanılan nokta; yenidoğan ve bebekler, yetişkinlerin küçük birer kopyası değildir.

1985 yılından beri tıp dünyası ‘oral K vitamini’nin bebekteki K-vit seviyesini 300 ila 4,000 kat arttırdığını, iğne şeklindekinin ise bebeğin kanını bir yetişkinin kanından 9,000 kat daha fazla koyulaştırdığını biliyor. Tanrının hatalı dizaynı sonucu bu bebeklerde K-vit eksikliği tespit etmiş hekimler kanı pıhtılaşmaz, hemoraja götürür diye düşünüp müdahale etme zorunluluğu hissediyorlar.

4. İğnelerde kullanılan birtakım koruyucular, bebeğe zarar vereceği tıbben kabul görmüş toksinlerden oluşuyor: Fenol, benzil alkol, asetik asit, hidroklorik asit, lesitin, hintyağı vb.

5. Bu tip büyük dozda K vitamini ayrıca ‘yenidoğan sarılığı’na yol açan faktörlerden. Bir tarafı düzeltelim derken bir başka yeri bozmak modern tıbbın birtürlü kurtulamadığı çıkmazı maalesef…

6. Anne sütünden önce gelen kolostrumda K vitamini bulunuyor, bebeklerin doğar doğmaz meme almasının önemini vurgulamaları gerek kadın doğumcu ve ebelerin.

7. Normalde K vitaminini yediğimiz gıdalardan alıyoruz, sindirim sisteminden emilimi gerçekleşiyor. Ancak iğne kas arasına enjekte ediliyor ki bu da vücudun almaya alışık olmadığı bir yol vitamini. Bu noktada, K vitamini gerektiren durumlarda anne-babaların ‘oral vitamin’i tercih etmeleri çok daha yerinde olacaktır.

8. Enjeksiyon ayrıca hastane gibi tehlikeli mikroplar açısından oldukça zengin bir ortamda enfeksiyon riskini de beraberinde getiriyor yenidoğan için.

Yenidoğanlarda hemoraj riskini arttıran nedenlere bakalım:

  • Prematüre doğum
  • Düşük doğum ağırlığı
  • Doğumda forseps veya vakum kullanımı
  • Annenin gebelik esnasında antibiyotik, antikoagülan, antikonvülsan ve diğer bazı ilaçları kullanımı
  • Karaciğer rahatsızlığı
  • Özellikle doğumun itme safhasında bebeğin aşırı hızlı dışarı çıkması veya bu sürecin aşırı uzun sürmesi
  • Sezaryenle doğum

Doğumda epidural anestezi, damardan verilen narkotikler, ‘internal fetal monitoring’ denilen bebeğin başına elektrod takılarak takip, suni sancı veya forseps/vakum gibi yöntemler uygulanmadığı ve göbek kordonu ERKEN KLEMPLENMEDİĞİ sürece bebekte hemoraj riski oldukça azdır.

Gelelim yenidoğanlarda kanın neden bu denli ince olduğuna…

Yanıt: Kökhücreler!

Doğanın yenidoğan için öngördüğü ilk kökhücre transfüzyonu kordon kanı vasıtasıyla gerçekleşiyor.

Düne kadar tıbbi atık olarak görülen kordon kanı bugün artık dünya para verilerek özel kökhücre bankalarında saklanıyor ve ileride ortaya çıkabilecek kanser vb hastalıkların tedavisinde çocuk veya yetişkin için kullanılıyor. Ancak önemli olan nokta şu: kordondaki bu kan bankaya konmak için öngörülmemiş, yenidoğanın bu kanı ve ihtiva ettiği kükhücreleri almaya ihtiyacı var ve doğum sonrasında erkenden klemplenen göbek bağı yüzünden bebekler bu haktan ve mucize şifadan mahrum bırakılıyorlar!

Kordondaki bu kökhücreler vücudun her yerine ulaşabiliyor-kan-beyin bariyerini bile geçiyor- ve her şeyi yapmaya muktedir, çünkü tıptaki adıyla ‘pluripotent’ler. Bu özellikleri sayesinde vücutta hertürlü hücreyi onarma kabiliyetleri var. Ancak tabii bebek bu kökhücrelere sahipse mümkün bu, bankada saklanan kordon kanının bebeğe hiçbir faydası yok.

Doğal doğumla dünyaya gelen bebeklerin yüzde otuzunda, 10 santimlik bir aralıktan sıkışarak geçtikleri için ‘intrakraniyal hemoraj’ ve diğer sorunların oluştuğu biliniyor. Bu sorunların tamiri için ise en iyi yol kordon kanındaki kökhücrelerin sorunlu bölgeye anında intikal edip gerekli temizliği yapması. Bunu yapabilecek başka hiçbir şey yok, zira kolostrum ve süt [anne sütünde de kökhücreler bulunmaktadır] henüz gelmemiş.

Şimdi işin can alıcı kısmı… Bu kökhücrelerin vücudun herhangi bir yerine hızla intikali için içinden kolaylıkla geçip manevra yapabileceği, İNCE kana ihtiyaç var. Oysa siz yüklediğiniz K vitaminiyle güzelim akışkan kanı balçığa döndürdünüz, bu iyice koyulaşmış kanda kökhücrelerin görev yapması, gereken yere ulaşması çok zor artık.

Umuyorum tıp camiası birgün bu bankalarda saklanan kökhücrelerin, ki yararları yadsınamaz, esas olarak yenidoğanın hemen doğum sonrasında alması gerektiğini, erkenden klempledikleri kordonlarla bebekleri bu haktan mahrum bıraktıklarını [kordonda nabız bitene, kuruyup sertleşene dek kesilmemelidir!] ve doğal olarak önlenip giderilebilecek pekçok tıbbi sorunun da kapısını araladıklarını idrak ederler.

Aşıya Hazırlık için Kullanılabilecek Vitamin Destekleri

Aşıya Hazırlık için Kullanılabilecek Vitamin Destekleri

Dr. Sherri Tenpenny’den özellikle viral aşılar (polio, KKK, su çiçeği, Hep-A, Hep-B ve grip) öncesi ve sonrasında uygulanabilecek vitamin desteği önerileri şu şekilde:

(Önemli Not: bu protokolle aşı yan etkilerinin mutlak surette önleneceği garanti edilmemektedir)

a. 13.5 kg’a kadar bebek ve çocuklarda:

C VİTAMİNİ (bir seferde tek doz halinde değil, gün içinde bölünmüş dozlar halinde verilecek)

  • 3 gün öncesinden (taze sıkılmış meyve suyunda) kilo başına 5 mg;
  • Aşı günü meyve suyunda kilo başına 10 mg ve
  • Aşıyı takip eden 3 gün boyunca meyve suyunda kilo başına 5 mg.

A VİTAMİNİ:

  • Aşıdan önceki 3 gün boyunca meyve suyuna 5.000 IU, yani 1 damla;
  • Aşı günü meyve suyunda 10.000 IU (2 damla) ve
  • Aşıyı takip eden 3 gün boyunca meyve suyunda 5.000 IU (1 damla).

b. 14 – 22.5 kg aralığında çocuklar için:

C VİTAMİNİ (bir seferde tek doz halinde değil, gün içinde bölünmüş dozlar halinde verilecek)

  • 3 gün öncesinden meyve suyunda kilo başına 15 mg;
  • Aşı günü meyve suyunda kilo başına 30 mg ve
  • Aşıyı takip eden 3 gün boyunca meyve suyunda kilo başına 15 mg.

A VİTAMİNİ:

  • Aşıdan önceki 3 gün boyunca meyve suyuna 10.000 IU, yani 2 damla;
  • Aşı günü meyve suyunda 15.000 IU (3 damla) ve
  • Aşıyı takip eden 3 gün boyunca meyve suyunda 10.000 IU (2 damla).

c. 23 – 45 kg aralığındaki çocuklar için:

C VİTAMİNİ (bir seferde tek doz halinde değil, gün içinde bölünmüş dozlar halinde verilecek)

  • 3 gün öncesinden meyve suyunda kilo başına 30 mg;
  • Aşı günü meyve suyunda kilo başına 50 mg ve
  • Aşıyı takip eden 3 gün boyunca meyve suyunda kilo başına 30 mg.

A VİTAMİNİ: (Bölünmüş dozlar haline verilecek)

  • Aşıdan önceki 3 gün boyunca meyve suyuna 15.000 IU, yani 3 damla;
  • Aşı günü meyve suyunda 25.000 IU (5 damla) ve
  • Aşıyı takip eden 3 gün boyunca meyve suyunda 15.000 IU (3 damla).

d. 45 kilo ve üzerinde yetişkinler için:

C VİTAMİNİ (bölünmüş dozlar halinde alınacak)

  • 3 gün öncesinden ağızdan günde 4 sefer, kilo başına 1000 mg;
  • Aşı günü ağızdan günde 4 sefer, kilo başına 1500 mg ve
  • Aşıyı takip eden 3 gün boyunca ağızdan günde 4 sefer, kilo başına 1000 mg.

A VİTAMİNİ:

  • Aşıdan önceki 3 gün boyunca meyve suyuna 20.000 IU, yani 4 damla;
  • Aşı günü meyve suyunda 50.000 IU (10 damla) ve
  • Aşıyı takip eden 3 gün boyunca meyve suyunda 20.000 IU (4 damla).

Doğru dozajı yakalamak için toz halinde vitamini tavsiye ediyor Dr. Tenpenny. Örneğin, 1 ‘silme’ tatlı kaşığı 4000 mg C vitamini alıyorsa, doz hesabı şu şekilde yapılacak:

Örnek,

1000 mg = ¼ silme tatlı kaşığı;
500 mg= 1/8 silme tatlı kaşığı
250 mg= 1/6 silme tatlı kaşığı

C vitamininin fazla alındığının göstergesi ishal şeklinde kakadır. Bu verilen dozlarda böyle bir ihtimal pek mümkün olmasa da, siz veya çocuğunuzda ishal başgöstermesi durumunda C vitamini dozunu %50 azaltmalısınız.

İmmün Desteği olarak Misel A Vitamini Dozajları

Viral enfeksiyonlara karşı direnci arttırmak ve özellikle polio, KKK, su çiçeği, hep-A, Hep-B ve grip gibi virüs aşılarında reaksiyon riskini azaltmak için tavsiye edilir.

Misel A-vitaminlerinde her damla yaklaşık 5000IU’ya tekabül eder ve örneğin internetten buradaki gibi bir linten tedarik edilebilir.

13 kiloya kadar olan bebek ve çocuklarda: haftada 3 kez meyve suyuna 1 damla

14-45 kilo arası çocuklarda: meyve suyuna günde 1 damla

45 kilo ve üzerinde yetişkinler için: meyve suyuna günde 2 ila 3 damla

 

KAYNAK: Dr. Sherri Tenpenny, “Saying No To Vaccines”, pg 295, Addendum T, Pre-Vaccine Preparation

Polio Aşıları ile İlgili Bilinmeyen Gerçekler

Polio Aşıları ile İlgili Bilinmeyen Gerçekler

Gezegenin en hayırsever(!) işadamı ve dünyanın en zengin özel vakfının [Bill &Melinda Gates Vakfı] sahibi Bill Gates, Hindistan’da polio’nun eradike edilmesi için açılan kampanyaya tam 1.9 MİLYAR dolar bağışlamıştı ve bu uluslararası koordinasyonla yönettikleri programla polio’yu eradike edemediler, ancak pekçok çocuğu eradike etmeyi başardılar!

1988 yılında Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ), Uluslararası Rotaryenler Derneği, UNICEF ve Amerikan CDC kurumu tarafından kurulan Global Polio Eradikasyon İnsiyatifi adlı kurum, yürüttükleri kampanya ile 2010’da Hindistan’da sadece 42 doğal polio virüsü ile enfeksyion vakası görüldüğünü duyurdu.

Bu başarıya imza atan aşımız OPA, yani ağzıdan damla olarak verilen Oral Polio aşısı.

Önce polio’nun özelliklerini biraz tanımakta fayda var.

  • Polio, kontamine dışkı (kaka) ile temasla (örneğin enfekte olmuş bir bebeğin altını değiştirirken) veya havadaki zerreciklerle, yiyecek veya suyla yayılan bulaşıcı, viral bir hastalık. Virüs vücuda burun ve ağız yoluyla giriyor, buradan barsaklara geçerek inkübe ediyor.
  • Sonrasında, barsaklardan kana geçiyor ve anti-polio antikorları oluşuyor. Çoğu durumda bu noktada virüsün ilerlemesi duruyor ve birey polio’ya kalıcı bağışıklık kazanmış oluyor. [Okonek BM, et al. Development of polio vaccines. Access Excellence Classic Collection, February 16, 2001:1. www.accessexcellence.org/AE/AEC/CC/polio.html#]
  • Birçoğumuz yanlış şekilde polio kapan herkes felç olur veya ölür diye düşünürüz. Bunda elbette devletlerin sağlık birimlerinin bizlere aşılanabilir herhangi bir hastalıkta korkutma amacıyla ÖNCElikle en kötü senaryoyu sunmasının büyük katkı payı var. Ancak, polio enfeksiyonlarının çoğunda ancak birkaç belirgin semptom ortaya çıkıyor. [Volk WA, et al. Basic Microbiology, 4th edition. Philadelphia, PA: J.B.Lippincott Co., 1980:455.]
  • Hatta esasına bakılacak olursa, doğal polio virüsüne maruz kalan kişilerin %95’i salgın durumunda bile hiçbir belirti göstermiyor! [Physician’s Desk Reference (PDR); 55th edition. Montvale, NJ: Medical Economics, 2001:778. ve Burnet, M., et al. The Natural History of Infectious Disease New York, NY: Cambridge University Press, 1972:16.]
  • Enfekte kişilerin sadece %5′inde hafif belirtiler, yani boğaz ağrısı, boyun tutukluğu, başağrısı ve ateş gibi belirtiler görülüyor ki bu da çoğu kez basit bir soğuk algınlığı veya grip teşhisi alabiliyor. [a) Physician’s Desk Reference (PDR); 55th edition. Montvale, NJ: Medical Economics, 2001:778. b) Neustaedter R. The Vaccine Guide. Berkeley, California: North Atlantic Books, 1996:107–8]
  • Kas paralizisinin hastalığa yakalanmış her 1.000 kişide 1 gibi bir oranda seyrettiği tahmin ediliyor [Physician’s Desk Reference (PDR); 55 th edition. Montvale, NJ: Medical Economics, 2001:778. ve Baby Center. The Polio Vaccine (0-12 months). www.babycenter.com/refcap/155.html?CP_bid=]
  • Bu durum bazı araştırmacı bilimadamlarına ‘paralitik polio’ [felç] geliştiren bu az sayıda insanda hastalığa anatomik yatkınlık olabileceğini, nüfusun geri kalan ezici çoğunluğunun ise polio virüsüne doğal olarak bağışık olabileceğini düşündürtmüş. [Moskowitz R. Immunizations: The Other Side.Mothering Spring 1984:36.]
  • Paralitik polio nadiren kalıcı üstelik, çoğu kez felçten tam iyileşme sağlanıyor. [Harry NM. The recovery period in anterior poliomyelitis. British Medical Journal 1938; 1:164–7. ve Ramlow, J., et al. Epidemiology of the post-polio syndrome. American Journal of Epidemiology 1992;136:783.]
  • Birkaç gün içinde kas gücü yerine gelmeye başlıyor ve sonraki 12-24 ay içinde iyileşme devam ediyor. [bkz bir öncekii kaynaklar]
  • Vakaların çok düşük bir yüzdesinde paralizi kalıntısı görülüyor.
  • Çok nadir olarak da solunum kaslarında paralizi nedeniyle ölüm gerçekleşiyor. [bkz. Yukarıdaki kaynak]
  • Tedavi için hastanın yatakta istırahati sağlanıyor ve tutulan uzvun tamamen rahatlaması sağlanıyor. Şayet kişi nefes almakta zorlanıyorsa bir solunum cihazı veya eskilerin ‘demir ciğeri’ kullanılıyor. Gerekirse fizik tedavi uygulanıyor.

Bu arada, polio mevzubahis olduğunda mutlaka yanına iliştiriliverilen demir ciğerlerdeki çocuk fotoğraflarına baktığımızda sanki o dönem herkes felç geçirmiş de demir ciğere sokulmuş sanırız. Hayır, bu resimlerde gösterilen yerler Amerika’daki “referral center”lar, yani ülkenin dört bir yanından solunumda sıkıntısı olanların yönlendirildiği az sayıdaki sağlık merkezinin fotoğrafı bunlar. O dönemde de yollarda polio’dan düşüp ölen çocuklar filan yok yani. Bu da propaganda tekniklerinin en işe yarayanlarında biridir ve yetkililer de bunun gayet iyi farkında.

Polio ile ilgili tarihi ve tıbbi gerçekleri öğrenmek istiyorsanız, Dr. Suzanne Humphries’in sunumuyla şu linkteki videoyu Türkçe altyazılı olarak izleyebilirsiniz. O dönem polio olarak adlandırılan “hastalıklar”ın nedenlerini, daha sonra hangi ayak oyunlarıyla polio’nun eradike edilmiş gibi gösterildiğini ve bugün hala yaşanan felç vakalarına neden artık “polio” denmediğini öğrenebilirsiniz. Videonun özeti denilebilecek yazıya da şuradan ulaşabilirsiniz.

Gelelim dünyanın geri kalanıyla birlikte Türkiye’deki sağlık yetkililerinin de başvuru kaynağı olarak gördüğü, bizlere hep saygın, güvenilir kuruluş olarak gösterilen, Türkiye’deki hekimlere seminerlerde dayatılan propagandanın da kaynağı CDC’nin polio aşılamasıyla ilgili hiç de parlak olmayan siciline…

Örneğin, bizzat kendi websitesinde yaptıkları polio aşılamasıyla yaklaşık 98 milyon Amerikalıya kanserle ilişkilendilmiş maymun virüsü SV40‘yi bulaştırdıklarını tam 50 yıl sonra(!) itiraf ettikleri şu sayfaya bakalım:

Kanser, Simian Virus 40 (SV40) [40 no.lu Maymun Virüsü] Bilgilendirme Sayfası

– SV40, bazı maymun türlerinde bulunan bir virüstür.

– SV40, 1960’da keşfedilmiştir. Kısa süre sonra bu virüs polio aşılarında bulunmuştur.

– Bir bölümü SV40 ile kontamine haldeki polio aşısı 1955’ten 1963’e kadar 98 milyondan fazla Amerikalı’ya bir veya daha fazla(!) doz halinde verilmiştir; 10 ila 30 milyon Amerikalının SV40 ile kontamine aşıdan olmuş olabileceği tahmin edilmektedir.

SV40 virüsü insanlardaki bazı kanser türlerinde tespit edilmiştir, ancak bu kanserlere SV40’nin yol açıp açmadığı tam bilinmemektedir.

– Mevcut bilimsel kanıtlar ağırlıklı olarak SV40 ile kontamine aşının kansere yol açmadığını gösterecek yöndedir; ancak, bunun aksini gösteren bazı araştırmalar da olduğundan bu konuda daha fazla bilimsel çalışmaya ihtiyaç vardır.

– Bugün kullanımda olan polio aşılarında SV40 yoktur. Eldeki mevcut tüm kanıtlar polio aşılarında 1963’ten beri SV40 bulunmadığını göstermektedir

Wikipedia da tabii CDC’den alıntı yapıyor polio aşıları sayfasında, “Kontaminasyona dair kaygılar” başlığı altında. Bakalım ne diyor?

“1955-1963 arasında kullanımda olan iğne şeklindeki polio aşısının (IPV) stoklarında SV40 olduğu tespit edilmiştir. [53] OPV aşısında yoktur. [53] Bir bölümü SV40 ile kontamine haldeki polio aşısı 1955’ten 1963’e kadar 98 milyondan fazla Amerikalı’ya bir veya daha fazla doz verilmiştir; 10 ila 30 milyon Amerikalının SV40 ile kontamine aşıdan olmuş olabileceği tahmin edilmektedir. [53] Daha sonra yapılan analizler, 1980’lerin sonuna kadar eski Sovyetler Birliği ülkelerinde üretilen ve SSCB, Çin, Japonya ve bazı Afrika ülkelerinde kullanılan aşıların kontamine olabileceğini göstermektedir ki bu da yüzlerce milyon kişinin daha SV40 virüsü almış olabileceğini gösterir. [58]”

Bu noktada, aşı tarihinin gelmiş geçmiş en ünlü ve nüfuz sahibi bilimadamlarından, Merck firması için kızamık, kabakulak ve kızamıkçık aşılarının geliştirilmesinde rol almış Dr. Maurice Hilleman‘ın verdiği görüntülü bir röportajda başta polio aşısı olmak üzere diğer pekçok aşıda (örn. Sarı Humma aşısındaki lösemi virüsü gibi) ve dönemin polio aşılarında SV40, AIDS ve kanser virüslerinin cirit attığını itirafını izleyin:

Dr Hilleman bu açıklamaları yaparken meslektaşları kahkahaya boğuluyor, belli ki aşılardaki bu ölümcül kontaminasyonu fazlasıyla komik buluyorlar. Polio aşısındaki SV40 virüsünü (ve tabii 40. numaraya geliceye kadar diğer 39 ayrı virüsü) kendi aralarında tartışırken Hilleman’ın meslektaşları, o dönem Sabin’in bu aşısının [SV40 virüsü ile kontamine olduğu bilinmesine rağmen!!] saha çalışması deneyleri Rusya’da yapılmakta olduğundan, “tümörle dolu” Rus atletlere karşı Amerika’nın Olimpiyatları kazanma şansının artmış olacağını(!) söyleyip eğleniyorlar! Bu aşıların kansere yol açacağını biliyorlar! SV40 ile enfekte ettikleri deney farelerinden 2-3 hafta içinde tümör fışkırıyor.

Bu bildirimler öyle komplo teorisi filan değil, bizzat Merck’ün en yetkin aşı bilimadamlarından birinin sözleri. Bu söyleşinin yapıldığı dönemde öyle internet filan yok, bu videonun dolaşıma gireceğini belli ki aklına bile getirmemiş Hilleman. Bunun bilim camiası içinde bir sır olarak kalacağını düşünüyordu herhalde. Bu olayın basına niye yansımadığı kendisine sorulduğunda ise Hilleman, buna “Eh, herhalde gidip bunu anons edecek haliniz yok, bu bilim camiası içinde kalması gereken bilimsel bir mevzu”(!) yanıtını veriyor.

Buradan aşılar üzerinde çalışan bilimadamlarının bu denli önemli bir sorunda bile meslektaşları bilimadamlarını (bu durumda, Sabin) nasıl koruduğunu görebiliyoruz. Tüm kirli sırlar kendi sessizlik çemberlerinin dışına çıkmıyor, aşılarındaki kontaminasyonla ilgili gerçeği halka(!) açıklama gereği duymuyorlar.

Şimdi CDC’nin polio’daki SV40 kontaminasyonu ile ilgili bildirimlerine dönelim.

Kamuoyuna sürekli “güvenli” ve “etkili” olduğu söylemiyle dayattıkları ve her geçen gün sayısını arttırdıkları aşıların bizzat hastalığa, hatta ve hatta kanser gibi feci bir hastalığa yol açtığının kabulü CDC’nin yaratmaya çalıştığı kurşun geçirmez aşı güvenliği mitine bir de aşı ret hakkını tümden yasaklamak için kampanya yürüttükleri bir zamanda büyük bir halkla ilişkiler darbesi indiriyor.

Peki ama acaba bu SV40 ve polio aşılarıyla sınırlı kalmış talihsiz ve münferit bir olay mıdır yoksa adına da “adventitious viruses” [dışarıdan tesadüfen karışmış olan virüsler] dedikleri, aralarında farelerdeki meme tümörü virüsü gibi “içkökenli retrovirüsler” ve daha bulunmamış nice virüsün olduğu geniş skalada kirletici bugün dahi aşı üretimi için kullanılan ‘seed stock’ (aşı kültürü) ve ‘hücre substrat’larını kirletmeye devam etmekte midir, asıl soru bu. Düşünecek olursak, Hilleman’ın da videoda söylediği gibi SV40 sonuç itibariyle aşılarda buldukları 40. virüsün adı ve bu daha 50 sene önceki vaka. Vaksinolog ve virologlar kimbilir daha hangi gün ışığına çıkmamış hastalık vektörleri buldular aşılarda ve bizim haberimiz bile olmadı!

Üstelik, CDC’nin sitesinde verdiği bilgiler oldukça yanıltıcı. Örneğin CDC diyor ki:

“SV40 virüsü insanlardaki bazı kanser türlerinde tespit edilmiştir, ancak bu kanserlere SV40’nin yol açıp açmadığı tam bilinmemektedir.

Oysa SV-40’nin karsinojenite mekanizması gayet iyi bilinmekte tıp dünyasında. Bu virüs, insanlardaki tümör baskılayıcı p53 proteininin, ki bu protein insan genomunda instabiliteyi ve kanser oluşumunu önlemedeki kritik rolü dolayısıyla “genom muhafızı” olarak tanımlanan bir gen ürünüdür, transkripsiyonel özelliğini düşürüyor. [Read, A. P.; Strachan, T.. Human molecular genetics 2. New York: Wiley; 1999.ISBN 0-471-33061-2. Chapter 18: Cancer Genetics.]

p53 devre dışı kaldığında, programlı hücre ölümü (apoptosis) ve hücre siklusu aresti işlev göremez hale geliyor ve bu da kontrol dışı (ölümsüzleştirilmiş) hücre çoğalışına ve tümör oluşumuna neden oluyor. Hayvanlar üzerinde yapılan deneyler SV40’nin tümör oluşturma özelliğini teyit etmiş durumda [ M Carbone, R Stach, I Di Resta, H I Pass, P Rizzo. Simian virus 40 oncogenesis in hamsters.Dev Biol Stand. 1998 ;94:273-9. PMID: 9776247], ki bu da çeşitli insan tümörlerindeki SV40 mevcudiyetinin kanserle tesadüfi bir korelasyondan ziyade nedensel ilişkisini destekler yöndedir.

[Regis A Vilchez, Claudia A Kozinetz, Amy S Arrington, Charles R Madden, Janet S Butel. Simian virus 40 in human cancers. Am J Med. 2003 Jun 1 ;114(8):675-84. PMID: 12798456

Narayan Shivapurkar, Takao Takahashi, Jyotsna Reddy, Yingye Zheng, Victor Stastny, Robert Collins, Shinichi Toyooka, Makato Suzuki, Gunjan Parikh, Sheryl Asplund, Steven H Kroft, Charles Timmons, Robert W McKenna, Ziding Feng, Adi F Gazdar. Presence of simian virus 40 DNA sequences in human lymphoid and hematopoietic malignancies and their relationship to aberrant promoter methylation of multiple genes. Cancer Res. 2004 Jun 1;64(11):3757-60. PMID: 15172980

Fernanda Martini, Alfredo Corallini, Veronica Balatti, Silvia Sabbioni, Cecilia Pancaldi, Mauro Tognon. Simian virus 40 in humans. Infect Agent Cancer. 2007 ;2:13. Epub 2007 Jul 9. PMID:17620119

Regis A Vilchez, Claudia A Kozinetz, Amy S Arrington, Charles R Madden, Janet S Butel. Simian virus 40 in human cancers. Am J Med. 2003 Jun 1 ;114(8):675-84. PMID: 12798456

P Rizzo, I Di Resta, R Stach, L Mutti, P Picci, W M Kast, H I Pass, M Carbone. Evidence for and implications of SV40-like sequences in human mesotheliomas and osteosarcomas. Dev Biol Stand. 1998 ;94:33-40. PMID: 9776223

D S Schrump, I Waheed. Strategies to circumvent SV40 oncoprotein expression in malignant pleural mesotheliomas. Semin Cancer Biol. 2001 Feb;11(1):73-80. PMID:11243901

Khaled Amara, Mounir Trimeche, Sonia Ziadi, Adnene Laatiri, Mohamed Hachana, Badreddine Sriha, Moncef Mokni, Sadok Korbi. Presence of simian virus 40 DNA sequences in diffuse large B-cell lymphomas in Tunisia correlates with aberrant promoter hypermethylation of multiple tumor suppressor genes. Int J

S G Fisher, L Weber, M Carbone. Cancer risk associated with simian virus 40 contaminated polio vaccine. Anticancer Res. 1999 May-Jun;19(3B):2173-80. PMID: 10472327

Kristin K Deeb, Aleksandra M Michalowska, Cheol-Yong Yoon, Scott M Krummey, Mark J Hoenerhoff, Claudine Kavanaugh, Ming-Chung Li, Francesco J Demayo, Ilona Linnoila, Chu-Xia Deng, Eva Y-H P Lee, Daniel Medina, Joanna H Shih, Jeffrey E Green. Identification of an integrated SV40 T/t-antigen cancer signature in aggressive human breast, prostate, and lung carcinomas with poor prognosis. Cancer Res. 2007 Sep 1;67(17):8065-80. PMID:17804718

Giuseppe Barbanti-Brodano, Silvia Sabbioni, Fernanda Martini, Massimo Negrini, Alfredo Corallini, Mauro Tognon. Simian virus 40 infection in humans and association with human diseases: results and hypotheses. Virology. 2004 Jan 5;318(1):1-9. PMID:15015494

CDC’nin ayrıca SV40 virüsünün kansere sebebiyet verdiğinin henüz kanıtlanmamış olmadığını söylemesi de yanıltıcı, zira hangi kanser türü olursa olsun bunun tek bir sebepten kaynaklandığı zaten söylenemez. SV40’nin birtakım tümörlerin patojenezinde eşetkenlerden biri olduğu gayet iyi biliniyor:

[Fang Qi, Michele Carbone, Haining Yang, Giovanni Gaudino. Simian virus 40 transformation, malignant mesothelioma and brain tumors. Expert Rev Respir Med. 2011 Oct ;5(5):683-97. PMID: 21955238 ve Lynn M Crosby, Tanya M Moore, Michael George, Lawrence W Yoon, Marilyn J Easton, Hong Ni, Kevin T Morgan, Anthony B DeAngelo. Transformation of SV40-immortalized human uroepithelial cells by 3-methylcholanthrene increases IFN- and Large T Antigen-induced transcripts. Cancer Cell Int. 2010;10:4. Epub 2010 Feb 23. PMID: 20178601].

O yüzden de baştan savmacı bir şekilde hiçbir alakasının olmadığı izleniminin verilmesi veya etkisinin minimize edilmeye çalışılması yanlış.

CDC: “Eldeki mevcut tüm kanıtlar polio aşılarında 1963’ten beri SV40 bulunmadığını göstermektedir.”

Acaba öyle mi? 2005’te, Cancer Research (Kanser Araştırmaları) dergisinde şu başlıkla bir makale yayımlandı: “Bazı oral polio aşıları 1961’den sonra enfeksiyöz SV-40 ile kontamine olmuştur.” [ Rochelle Cutrone, John Lednicky, Glynis Dunn, Paola Rizzo, Maurizio Bocchetta, Konstantin Chumakov, Philip Minor, Michele Carbone. Some oral poliovirus vaccines were contaminated with infectious SV40 after 1961. Cancer Res. 2005 Nov 15 ;65(22):10273-9. PMID:16288015#]

Bu çalışmanın yapılmasındaki amaç ise insanlarda görülen çok sayıda tümörde SV40’ye rastlanmış olması ve DSÖ’nün 2000 yılında, 1961’den sonra üretilmiş polio aşılarının test edilmesi yönünde tavsiye kararı yayımlamış olmasıdır. Yapılan testlerde, doğu Avrupa’dan büyük bir üreticinin (EEVM) 1960’ların başından aşağı yukarı 1978’e kadar ürettiği ve dünya çapında kullanılmış olan aşılarında SV40 virüsü bulunmuş. 3 ayrı teknikle yaptıkları testlerde EEVM’de 2 ayrı enfeksiyöz SV40 suşu bulmuşlar.

Araştırmacıların bu bulguyla ilgili yorumu şöyle:

“Test ettiğimiz EEVM numuneleri 1966 ve 1969 yıllarında üretilmiş olduğundan en azından o döneme kadar bazı polio aşılarının SV40 ile kontamine olduğunu göstermiş bulunuyoruz. Test edilen EEVN aşı numuneleri (Tablo 1), 1978’e kadar kullanımda kalan aynı ‘tohum virüs’ten üretilmiş aşılar olup belli ki SV40’den temizlemek için başka herhangi bir saflaştırma işlemi (pürifikasyon) yapılmadığı görülmektedir. Dolayısıyla, 1978’de yeni bir ‘tohum virüs’e geçilinceye kadar üretilmiş EEVM aşılarının SV40 barındırdığı düşünülebilir. Sözkonusu tohum virüsü veya bundan üretilmiş aşılarla ilgili bilgi mevcut değildir. Bu yüzden, elde ettiğimiz verilerden yola çıkarak EEVM aşılarının tam olarak ne zaman SV40’den arındırılmış olduğunu tespit edebilmiş değiliz, ancak bunun DSÖ’nün sağladığı ve testlerimizde temiz çıkan tohum virüsü stoğunun kullanılmaya başlandığı 1980’li yıllara tekabül ettiğini söylemek mümkün.”

 

Bu noktada, bugün hala Türkiye’de kullanımda olan oral polio aşılarının (OPA) Amerika’da gayet iyi bilinen tehlikerinden dolayı kullanımdan kaldırıldığını ve yerine iğne şeklindeki inaltive edilmiş (öldürülmüş) aşılara (IPV) geçildiğini belirtelim.

1961’den beri görülen polio salgınlarının neredeyse tümü oral polio aşısından kaynaklanmıştır. – IPV aşısının mucidi Jonas Salk’un Amerikan senatosu altkomitesine verdiği ifadede geçen itiraftır.

Amerika gibi gelişmiş ülkelerde 1973’ten beri doğal polio virüsünden ziyade bizzat aşı (OPA) yüzünden gelişen polio vakaları nedeniyle paralizi (aşıya bağlı polio paralizisi/vaccine-associated polio paralysis/VAPP) ortaya çıktığı tıp literatürüne geçmiş durumda [ Strebel PM, Sutter RW, Cochi SL, et al. Epidemiology of poliomyelitis in the United States one decade after the last reported case of indigenous wild virus-associated disease. Clin Infect Dis 1992;14:568-79.]. Hatta bu yüzden, CDC’ye bağlı Amerikan ‘Bağışıklama Uygulamaları Danışma Kurulu’ (ACIP), 2000 yılında OPA’yı tamamen kullanımdan kaldırıp IPV aşısına geçiyor. Daha sonra 2004’te de CDC çıkıp bakın ne güzel, yaptığımız bu aşı değişikliğiyle artık aşıdan kaynaklanan polio vakası görmüyoruz, bu Amerika’da halk sağlığı adına büyük bir başarıdır(!) açıklaması yapıyor, kendi kendini tebrik ediyor! Hakikaten devletin 1990’dan 2003’e kadar olan verilerine bakılınca, Amerika’da en son görülen aşıya bağlı polio vakasının 1999’da olduğu görülüyor.

Peki ama, 30 yıl boyunca bu zayıflatılmış canlı virüs aşısının, bizzat aşıyı olmuş kişilerde ve etraflarındaki temaslı kişilerde SHEDDING dediğimiz, dışarıya canlı organizma yayma yoluyla polio’ya yol açtığı bilinmesine rağmen(!) devlet neden ısrarla bu aşıyı önermiş?

Cevap: Temas bağışıklığı! (Contact Immunity)

Canlı ve zayıflatılmış virüs aşılarını olan kişilerin dışkıları veya vücut sıvılarıyla temas eden aşılanmamış kişilerin bu yolla “bağışıklanması” sağlanıyor.

Ve devlet, 30 sene boyunca halka ‘çocuğunuzun olduğu aşıdan polio kapabilir ve bazı durumlarda felç olabilirsiniz” bilgilendirmesini yapmadan(!), kendi aklınca bebekler vasıtasıyla toplumdaki yetişkin popülasyonu da pasif olarak bağışıklıyor!

Ucuz ve uygulanması kolay olmasının yanında OPA’nın en büyük tercih sebebi işte bu! ‘Aydınlatılmış rıza’ hakkını çöpe atabilirsiniz, sizin bilginiz dahi olmadan devlet sizi bağışıklıyor! OPA ile aşılanmış bebeğinin altını değiştirirken polio kapıp felç geçiren yetişkinlere defalarca tazminat ödediklerini Amerika’nın bizim gibi ülkelerde yaşayan halk biliyor mu? HAYIR.

CDC’nin polio aşısı ile ilgili bilgilendirme metnine bakalım:

“Bir doz OPA almış çocukların dışkısından 6 haftaya kadar aşıdaki canlı polio virüsü yayılabiliyor [SHEDDING]. Maksimum ‘shedding’, aşılamadan sonraki 1-2 hafta içinde görülüyor, özellkle de de ilk dozdan sonra oluşuyor bu. Aşıyı olan bireylerden, bunlarla temas halindeki kişilere aşı virüsü geçebiliyor. Aşılı kişinin kakasıyla temas eden bireyler aşı virüsü ile enfekte olabiliyor.“

Bu aşıları olmuş kişilerle temas eden kişilerin %25’inin(!) bu yolla “bağışıklandığını” belirtiyor meşhur Paul Offit (for profit). [Offit, Paul A. (June 2010). “Polio Vaccine”. The Children’s Hospital of Philadelphia. Retrieved 18 August 2010.] Ancak pasif yolla kazanılmış bu bağışıklığın, sürü bağışıklaması ile korumaya çalıştıklarını iddia ettikleri vücut mukavemeti düşük, bağışıklık sistemi baskılanmış kişilerde çok ağır, hatta ölümcül sonuçlara yol açabileceğini halka söyleme gereği duymuyorlar!

ACIP’in 2000’de terk ettiği bu tehlikeli aşı (OPA), bugün 3. dünya ülkeleri ile birlikte Türkiye’de de kullanılıyor.

Durum şu; bugün Türkiye’deki insanlar üzerinde bu aşıyla gizli ve hukuksuz bir “temas bağışıklığı deneyi” yürütülüyor. Sağlık Bakanlığı’nın OPA aşılamasının bu yönü ile ilgili kamuoyuna hiçbir açıklaması olduğunu zannetmiyorum. Bilen, duyan varsa lütfen göstersin. O zamana kadar, devlet halkı üzerinde yürüttüğü bu uzun süreden beri devam eden deneyde insanları kobay faresi yerine koymaya devam edecek!

Bugün Türkiye’de çocuklar 2 yaşın altında DaBT-IPA-Hib 5’li karma aşı ile tam 4 doz Inaktive polio aşısı, bunun üzerine 6. 18. aylarda 2 doz da OPV aşısı oluyorlar! [http://www.asidunyasi.com/bagisiklama/saglik-bakanligi.aspx]

E peki 2013’ün sonunda, Suriye’deki küçük çaplı polio salgınını bahane edip Sağlık Bakanlığı Türkiye genelinde 5 yaş altı çocuklara 2 doz daha OPA uygulama kararı almadı mı?! [http://www.medimagazin.com.tr/ana-sayfa/guncel/tr-cocuk-felcine-karsi-5-yas-alti-cocuklara-ek-asi-yapilacak-1-11-54483.html]

Toplumdaki genel kanı ne? IPV için çok uzun süre, OPA için de muhtemelen ömür boyu koruyor diye biliyoruz, değil mi? Öyleyse bizim Sağlık Bakanlığı 2 yaş altında toplam 6 doz polio aşısı olmuş çocukların 5 yaşına kadar bile korunmayacağını mı düşünüyorlar yoksa, bu kadar mı güvensizler bu ömür boyu koruyan aşılarına karşı?! Yoksa 6 doz verdikleri aşı 3 sene bile korumazken bir 7.si veya 8.isi mi koruyacak?!

Hemen CDC aşı bilgilendirme formunda tam olarak ne yazıyor bir de ona bakalım:

IPA, OPA’ya göre daha az lokal mide-barsak bağışıklığı sağlıyor gibi gözüküyormuş, o yüzden IPA alanlar OPA alanlara oranla doğal polio virüsünü kapmaya daha müsaitmiş.

E bizim çocuklar ikisini de oluyor, 4 ondan 2 bundan? CDC’ye göre de bu şekilde aşılanan çocuklar polio için komple aşı dizini almış sayılıyormuş? Madem bağışıklar artık, daha neden ek doz alıyorlar?

IPA’nin sağladığı bağışıklığın süresi kesin olarak bilinmiyormuş?! Ancak, önerilen tüm dozlar [4 doz] alındığı takdirde uzun yıllar koruduğu tahmin ediliyormuş?!

OPA için ise poliovirüsüne karşı bağışıklık sağlamada son derece etkili diyor CDC. OPA’nin tek dozu, aşılananların %50’sinde her 3 virüs tipine de “bağışıklık” oluşturuyormuş [burada bağışıklık kazandırmanın, kendilerince belirledikleri bir oranın üzerinde antikor üretimi anlamına geldiğini hatırlatalım; yani, tutup aşıyı olan kişiyi doğal virüse maruz bırakıp bu kişi gerçekten hastalığı kapıyor mu kapmıyor mu diye bakılmıyor, sadece aşıyı vurduk, ne kadar antikor oluştu diye bakılıyor! Antikor mevcudiyetini bağışıklık manasına gelmediği ise tıpta uzun yıllardır bilinen bir olgu aslında!]

3 doz alanların %95’inden fazlasının her 3 virüs tipine “bağışıklandığı”nı tespit etmişler. Diğer canlı virüs aşılarında olduğu gibi, oral polio virüsü aşısı da MUHTEMELEN kişiye ömür boyu bağışıklık kazandırırmış. OPA ayrıca mükemmel barsak bağışıklığı sağlarmış, bu da sizi doğal virüsle enfeksiyondan korurmuş.

CDC, bilgilendirme formundaki bunca bilgi için topu topu 5 referans göstermiş, şaşılacak şey, 5’i de yine CDC’nin kendi sitesinden.

Oysa aşı etkinliği/koruma süresi için burada verilen bildirimlerin geçerliliğini, doğruluğunu araştırmak isteyenler için bu bilgilerin hangi aşı üreticisinin kaç kişi üzerinde, ne kadar süreyle yaptığı deneylerin sonuçlarına dayandığını belirtmesi gerekmez miydi? Belli ki hayır.

CDC’nin bilgilerini bizzat biz kaynağına giderek araştıralım bakalım neler çıkıyor?

CDC’nin formunda Amerika’da Sanofi-Pasteur‘ün IPOL adlı IPV aşısının kullanımda olduğu yazılmış. Aşı her üç tipini ihtiva ediyor polio virüsünün, pek güzel. Virüsler maymun böbreği doku kültüründe büyütülmüş (Vero cell line) ve formaldehidle inaktive edilmiş! Hilleman’ın videosunda maymunlar ve ihtiva ettikleri sayısız virüsle ilgili kısmı bir daha izleyin derim bu noktada. Hani şu FDA’in kanserojen maddeler klasmanına aldığı formaldehid’in yanısıra daha mı neler var aşıda; koruyucu olarak 2-phenoxyethanol (antifriz etken maddesi!) ve eser miktarda neomycin, streptomycin ve polymyxin B. Ne güzel, bebekler aşılarla hayatlarındaki ilk antibiyotik turlarını da almış oluyorlar böylelikle!

Bakalım üreticinin bilgilendirme formu ne diyor aşılarının etkinliği (vurulduktan sonra kişiyi hastalıktan koruma gücü (efficacy) hakkında:

Ve fakat o da ne? Firma bu bilgileri vermemiş bile. Onun yerine verilen bilgilere geçmeden önce “effectiveness” ve “efficacy” terimleri arasındaki ayrımı da bu noktada bilmemiz gerekiyor.

İstanbul Üniversitesi Çocuk Sağlığı Enstitüsü , İstanbul Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı’ndan Prof. Dr. Gülbin Gökçay anlatmış bizlere bu ayrımı:

Aşının koruyuculuğu (Vaccine efficacy): İdeal koşullarda aşının yarattığı koruyucu etki;

Aşının etkinliği (Vaccine effectiveness): Saha uygulamalarında aşının yarattığı koruyucu etki

Aşı prospektüsünde şu bilgilere yer verilmiş:

İnaktive polio virüsü aşısı, virüsün her üç tipine de nötralize edici antikor üretimi sağlar ki bu da koruyucu etkiyle alakalıdır.

Ve

ABD’de aşı için onay, aşının sağladığı immünojenesite [bağışıklık sağlayıcılık] ve güvenlik profiline bakılarak verilmiştir.

İmmünojenesite dediğimiz şey basit bir şekilde, vücudumuzun yabancı bir maddeyi tespit edebilme ve buna bağlı olarak immün yanıt oluşturabilme kapasitesidir oysa.

Üretici firmanın verdiği serokonversiyon oranları da şöyle:

Yapılan çalışmalara göre, hayatın ilk yılında aşıdan 2 doz alan bebeklerde, tespit edilebilir serum nötralize edici antikor (nötralize edici titer ³1:4) için seroprevelans oranları (Virüs tip 1 için) %88 ila %100 arasında; (Virüs tip 2 için) %84 ila %100 arasında; ve (virüs tip 3 için) %94 ila %100 arasındadır.

* Serokonversiyon denilen şey kanda antikor bulunması demek, bunların hastalığı önlemesi demek değil.

Ve can alıcı nokta .. IPOL aşısı için tedavülden kaldırılan, geri çekilen 1950’nin Salk aşısı verileri kullanılmış!

Yukarıdaki bildirimler için verilen referanslara baktığınızda gördüğümüz şey şu:

8. Salk J, et al. Antigen content of inactivated poliovirus vaccine for use in a one- or two-dose regimen. Ann Clin Res 14: 204-212, 1982

9. Salk J, et al. Killed poliovirus antigen titration in humans. Develop Biol Standard 41: 119-132, 1978

10. Salk J, et al. Theoretical and practical considerations in the application of killed poliovirus vaccine for the control of paralytic

poliomyelitis. Develop Biol Standard 47: 181-198, 1981

11. Unpublished data available from Sanofi Pasteur SA

12. Unpublished data available from Sanofi Pasteur Inc.

SONUÇ: eIPV (veya IPOL)’ün koruyucu etkisi, kör ve kontrollü bir deneyle bilimsel olarak gösterilebilmiş değil! Aşının etkinliği (sahada sizi ne kadar koruyacağı) bilinmiyor!

Bırakmayalım IPOL prospektüsünü ve devam edelim. Şöyle deniyor:

Poliovirüsü enfeksiyonlarının %90 ila %95’i asemptomatikdir [belirtisiz seyreder]. Enfeksiyonların %4 ila %8’inde düşük ateş ve boğaz ağrısının eşlik ettiği non-spesifik hastalık (hafif hastalık) oluşur.

Peki Illinois Tıp Dergisi’nin “Polio Aşılarının Mevcut Durumu” adlı makalesinde ne deniyor:

Polio enfeksiyonu ile klinik hastalık arasındaki farkı ortaya koymamız gerekir. Burada kullanılması gereken prototip, bildirimi yapılması gereken klinik tüberküloz hastalığına karşı, tüberkülin reaktörünün enfeksiyona işaret ettiği tüberküloz enfeksiyonudur. Bilinen her bir paralitik polio vakasına karşı elimizde yaklaşık bin adet subklinik polio enfeksiyonu vardır. Bu subklinik polio enfeksiyonları, yetişkinlerde yüksek orandaki doğal bağışıklığı gösterir. Günümüzdeki aşı problemini anlamada en önemli faktör, hastalık ortaya çıksa da çıkmasa da barsaklarda enfeksiyon yaşanabilecek olmasıdır.”

Ve şöyle devam ediyor makale:

“Öldürülmüş [inaktive] aşı teorisi şu şekildedir: dolaşımdaki yeterli miktarda antikor, poliovirüsünü merkezi sinir sistemine ulaşmadan nötralize edecektir. Öldürülmüş aşılarla ilgili yaşanan en büyük hayal kırıklıklarından biri de kan dolaşımındaki antikorların tek başlarına alimenter enfeksiyona [sindirim sistemindeki enfeksiyona] karşı koruma sağlamıyor oluşudur. Ancak ve ancak alimenter enfeksiyonu lokal immünite takip ettiği takdirde hastalığa karşı daha tutarlı bir bağışıklık sağlayabiliriz.”

Buraya kadarki bilgileri bir özetleyelim, neler öğrenmişiz:

1. Polio aşı üreticileri aşılarının etkinlik değerini bundan 60 sene önce yapılmış, bilimsel araştırma derecelendirme kriterlerine göre “düşük kalite” kabul edilen 2 veya 3 ‘observational study’ (gözlem çalışması)’na dayandırıyor, kendi aşı deneylerinin sonucunu nedense(!) yayımlamıyormuş!

2. Amerika’da kullanılan Sanofi-Pasteur’ün IPOL aşısının gerçek hayatta kişiyi poliodan ne derece koruyacağı bilinmiyormuş!

3. Buna rağmen “güvenilir kaynak” CDC, bu aşı için uzun süre korur herhalde diyormuş!

4. Kanda virüse özel antikor mevcudiyeti kişinin hastalığa karşı korunduğu manasına gelmiyormuş,

5. OPA aşısından kişi bizzat polio kapabiliyor ve felce uzanan tablolar görülebiliyormuş.

6. Hem IPA hem de OPA ile aşılanan kişiler polio virüsünü temaslı kişilere bulaştırabiliyor ve burada da ağır hastalık tablosu ile karşılaşılabiliyormuş.

7. Shedding riskini, bugün 6 dozluk polio aşılaması yürüten sağlık görevlilieri danışanlarına yükümlü oldukları halde(!) bildirmiyormuş.

8. Türkiye devleti, tıpkı Amerika gibi halkı üzerinde etkinlik ve güvenliği kanıtlanmamış polio aşıları ile büyük çapta deney yürütüyormuş.

Güvenilir kaynak CDC’nin eteğinden başka hangi taşları dökmüş olduğuna bakalım çabucak:

2012’de CDC, “Aşı kaynaklı polio virüsleri hakkında güncelleme – dünya çapında, Nisan 2011-Haziran 2012” başlıklı bir basın açıklaması yapıyor. Açıklama şu şekilde:

“1988’de Dünya Sağlık Asemblesi dünya genelinde polio’yu eradike etme kararı almıştır. Polio eradikasyonu için kullanılagelmiş en büyük araçlardan biri canlı, attenüe (zayıflatılmış) oral polivirüsü aşısıdır (OPA). Maliyeti düşük bu aşı ağızdan kolaylıkla uygulanabilmekte, aşıyı alanları doğal polio virüslerine (DPV) dirençli hale getirmekte ve sağladığı dayanıklı hümoral bağışıklıkla paralitik hastalığa karşı uzun vadeli koruma sağlamaktadır. Buna karşın, ‘aşıya bağlı paralitik poliomiyelit’ (VAPP-vaccine-associated paralytic poliomylitis) vakaları hem OPA’yı almış bağışıklık sistemi normal düzeyde çalışan kişilerde hem bunların temaslı olduğu kişilerde hem de bağışıklık sistemi baskılanmış kişilerde görülebilmektedir. Ayrıca, OPA aşısı kapsayıcılığının düşük olduğu bölgelerde ‘aşı kaynaklı polio virüsleri’ (VDPVs – vaccine-derives polioviruses) ortaya çıkarak polio salgınlarına yol açabilmekte ve immün yetersizliği olan kişiler bu virüsleri yıllarca replike edebilmektedir.” (vurgular bana ait)

Devam ediyor CDC:

Aşı kaynaklı polio virüsleri insanlarda paralitik polio’ya [felç] yol açabildiği gibi bu virüslerin sirkülasyonda kalma potansiyelleri de mevcuttur. AKPV’ler biyolojik bakımdan doğal polio virüslerine (DPV’leri) benzer ve çoğu ‘aşıya bağlı polio virüsü’ izolatından farkları, uzun süreli replikasyon veya transmisyonla uyumlu genetik özelliklere sahip olmalarıdır. AKPV’ler ilk defa poliovirüsü izolatlarının sekans analizleri [DNA dizim analizi] yapılmak suretiyle tespit edilmiştir.”  (köşeli paraztezle verilen bilgiler ve vurgu bana aittir)

Şimdi, CDC, aşılama ile ilgili bu probleme nasıl bir çözüm önerisi getiriyor dersiniz? Tahmin ettiğimiz gibi, aşıya bağlı felç vakalarını ve virülan aşı virüslerinin yayılmasını engellemek için CDC’ye göre çözüm, ‘kitlesel halde aşılama’!

Aynen şöyle diyorlar:

“Aşı kaynaklı polio virüsünün ortaya çıkışını ve yayılmasını önlemek için tüm ülkeler, her üç polio virüsü serotipine karşı yüksek aşılama oranı sağlamalıdır.”

İmmün yetersizliği bozuklukları, vücudun bağışıklık yanıtında azalma olması veya hiç yanıt oluşmaması durumunda ortaya çıkıyor. Bir başka deyişle, dünya genelinde devletler aktif olarak, milyonlarca hasta ve immün yetersizliği bulunan çocuğa aşı-kaynaklı-polio geçirteceğini bildikleri bir aşıyı dayatıyorlar! 

Şimdi, yeniden bıraktığımız yerden, Bill Gates’in, Hindistan’da ilahlaştırılan Bollywood aktörleri ile elele yürüttüğü polio eradikasyon programının gerçeklerinden devam edelim.

Dünya genelinde devletler kitlesel aşılamalarını daha etkin yürütmek için Bill ve Melinda Gates’in vakfına tam destek sağlıyor. Çünkü bu vakfın hedefi gezegenden polio’yu temizlemek. Ancak Gates bell ki bu gözü dönmüş aşılama programlarıyla, immün yetersizliği bulunan veya hasta onbinlerce çocuğa bizzat bu aşılardan polio geçirteceğinden bihaber. Ya da bunu işin maliyeti hesabına yazıyor kendi fayda/zarar çetelesinde! Gates, hertürlü işini bırakmış, Bollywood aktörleriyle aşı halkla ilişkiler kampanyaları yürütmekle meşgul.

2010’da Polio Global Eradikayon İnisiyatifi’nin Hindistan’da sadece 42 doğal polio vakası bildirdiğini büyük fun-fare’le açıkladığından bahsetmiştik. Bu yıldızlı aferinlik başarı öyküsünün üstünü şöyle bir kazıyınca bakalım altından hangi korkunç gerçekler çıkıyor.

Hindistan’daki halk sağlığı yetkilileri, her yıl 100 ila 180 çocukta ‘aşıya bağlı polio paralizi’nin (VAPP) görüldüğünü tahmin ediyor. Demek ki, yılda 100-180 aşı kaynaklı felç vakası, doğal polio vakalarının nereden baksanız 3 veya 4 katı üzerinde! Hadi diyelim PGEİ görülmekte olan doğal polio ve aşıya bağlı polio vakalrını düzgün rapor ediyor, yine de ardında Birleşmiş Milletler altında çalışan UNICEF, Amerikan CDC’si, Dünya Sağlık Örgütü gibi kurumlar olan PGEİ gibi bir kuruluşun, yürüttüğü “bağışıklama” kampanyasının gerçek hayattaki etkilerini iyisiyle ve kötüsüyle bildirmesi gerekmez mi başarısını kendi kendine kutlamadan önce? Her Allah’ın yılı aşıya bağlı paralizi geliştiren düzinelerce Hintli çocuk için PGEİ’nin Hindistan’ı nerdeyse “polio’suz” ilanı hem samimiyetten uzak hem de polio’yu doğal bir hastalık vektöründen çıkartıp insan eliyle yaratılmış (İATROJENİK) bir hastalığa dönüştürmelerindeki rollerini minimize etme çabasından, ortadaki bariz suçlarını örtbas etme gayretinden başka bir şey değildir.

Önümüzdeki vahim tablo böyleyken yine, bu halk sağlığı “uzman”larının verdikleri rakamlara biraz daha yakından bakmak istediğimizde tablo daha da vahimleşiyor.

Oxford Journal’ın Clinical Infectious Diseases dergisine göre görülen vakalar bu bildirilenlerin çok üzerinde. Dergide şöyle deniyor:

“2005 yılında, ABD’nin küçük bir köyünde çocukların aşı-kaynaklı polio kaptıkları bildirildi. 70‘ten fazla vaka bildirimi de Nijerya‘da var. 2006’da, Hindistan Tıp Birliği İmmünizasyon altkomitesi’nin Polio Eradikasyon İnisiyatifi raporuna göre Hindistan’da 1600 aşı-kaynaklı polio görüldü. Burada dikkat çekilmesi gereken nokta, bildirilen bu vakaların, çoklu kereler OPV aşısının uygulandığı kitle aşılama kampanyaları esnasında bildirilmiş olmasıdır. 2008’de Pakistan’dan, çoklu kereler OPA aşısı uygulamasının yapıldığı kitle aşılama kampanyalarının devam ettiği tüm illerden pekçok polio vakası bildirimi alınmıştır.”

Yıllar geçtikçe rakamlar da giderek artıyor ve kısa süre önce yayımlanan bir makaleye göre aşıdan polio kapan çocukların sayısı artık epidemik boyutta.

Neetu Vashishi ve Jacob Puliyel’in Medical Journal of Medical Ethics (Tıp Etiği Dergisi)’nde yayımlanan makalelerinde şöyle deniyor:

“… Hindistan’da bir yıldır polio görülmezken, ‘non-polio akut flask paralizi’ (NPAFP) vakalarında korkunç bir artış gözlemlenmiştir. 2011’de bu rakamlara fazladan bir 47,500 yeni NPAFP vakası daha eklenmiştir. Klinik açıdan polio paralizisinden farksız, ancak 2 kat daha ölümcül olan NPAFP’nın insidansı, alınan oral polio aşı dozuyla doğrudan orantılıdır. Bu veriler polio sürveyans sisteminde kayıtlı olmasına rağmen konuyla ilgili hiçbir soruşturma yürütülmemiştir. Tıbbın ‘primum-non-nocere’ [öncelikle zarar vermeyeceksin] ilkesi çiğnenmiştir.

Aşıdan kaynaklanan polio vakalarıyla ilgili bildirimlerin sayısı bunca yüklüyken bir yerlerde birilerinin bu yıkımı durdurmaya çalışmasını beklersiniz ancak boşuna. Aşı programını durdurmak şöyle dursun, Bill Gates adlı “hayırsever” kişiliği bir dizginleyen çıkmadığı gibi dünya genelinde devletler dilediğini yapması için bu adama yeşil ışık yakmış gözüküyorlar.

Aşı-kaynaklı polio geçiren çocuklardan birçoğu hayatını kaybedecek. Bu polio eradikasyonu filan değil, düpedüz Hintli çocuk eradikasyonudur! Gayet net! Siz bir hastalığı eradike edeyim derken yerine bir başka hastalığı koyuyorsanız bu eradikasyon filan değildir. Hastalıksız, sağlıklı çocuklar görüyorsak ortada ancak eradikasyondan bahsedilebilir!

Hindistan’da yaşananlara bakarak insan Türkiye’de geçtiğimiz seneden beri uygulanan toplu ve çoklu OPA aşılamalarının gerçekte ne gibi olumsuz sonuçlar yarattığını merak ediyor. Türkiye’de acaba polio sürveyansı ne durumda, bilmiyoruz. Çünkü Sağlık Bakanlığı’nın kamuoyuna bu yönde bilgilerndirici hiçbir açıklaması yok!. 6 doz polio aşısının üzerine ek OPA aşılarını alan çocuklarda acaba bu adına polio değil de bambaşka bir ad, ‘flask (geçici) paralizi’ veya “non-polio akut flask paralizi” denilen ama polio’dan farksız olan kaç vaka var acaba?

 

“Mehtap”ın Aşılarla İmtihanı – Bölüm 2

“Mehtap”ın Aşılarla İmtihanı – Bölüm 2

Yazının 1. bölümüne ulaşmak için buraya tıklayınız.

b) Amerika’da, dünyada ve Türkiye’de işler nasıl yürüyor? (Conflict of Interest)

AMERİKA

Mehtap, kendisinin uzun yıllar Amerika’da bulunduğunu, hatta Greencard başvurusunda bulunduğunu belirtmişti bizlere. Amerika’da aşılarla ilgili yaşanan baskılara yönelik eleştiriler için de bizleri “orada işlerin nasıl yürüdüğünü bilmemekle” itham etmişti.

Hep birlikte bakalım, Amerika’da işler nasıl yürüyormuş?

Amerika’da aşılarla ilgili araştırma çalışmaları, aşıların güvenliği ve promosyonu ‘Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezi’ (CDC) dediğimiz devlet kurumunun sorumluluğunda. CDC, kendisine bağlı ACIP denilen aşı danışma kurulunun önerdiği aşıları Amerika’da ulusal çapta uygulanmak üzere aşı takvimine alıyor. Çoğu eyalette, CDC’nin önerdiği aşıları olmamış çocuklar kreş ve devlet okullarına alınmıyor.

CDC ‘nin aşılarını takvime almasıyla birlikte ilaç firmalarının önüne koca bir pazar açılmış ve hatta devlet de bizzat bu firmaların ürünlerinin pazarlayıcısı konumuna geçmiş oluyor. İlaç firmalarının dünya genelinde izlediği taktik aynı; sağlık bakanlıklarının pekçoğu ilaç firmalarıyla çıkar ilişkisi içinde olan “aşı danışma kurulu” üyeleri vasıtasıyla önerdiği yeni aşılar ulusal aşı takvimine alınıyor ve ülkenin çocuk-adölesan-yetişkin ve yaşlılar için oluşturulan takvimlerindeki aşılar tüm nüfusa uygulanıyor.

Dünya Sağlık Örgütü’nün 2013 raporuna göre:

  • aşıların global pazar payı 2000 yılında 5 milyar dolardan, 2013’te 24 milyar dolara ulaşmış durumda.
  • 2025 itibariyle global aşı pazarının 100 MİLYAR dolara ulaşması bekleniyor.
  • Şu anda geliştirilmekte olan 120’nin üzerinde yeni aşı var!
  • Bunlardan 60’ı Türkiye gibi gelişmekte olan ülkeler için önem taşıyor.

Raporun bu verilerden çıkarımı,

a) aşıların ilaç endüstrisinin motoru haline gelmiş olduğu;

b) İlaç endüstrisi içinde aşıların statüsünün değişmiş olduğu;

c) Aşılar için yeni br iş modelinin ortaya çıkmakta olduğu.

Rapora göre yeni ve daha pahalı aşılar herzamankinden daha süratle piyasaya çıkıyor, aşı geliştirme işine herzamankinden çok daha fazla pay ayırıyor ilaç firmaları.

Dünya genelinde aşı pastasından en büyük payı alan firmalar şunlar:

Screenshot from 2014-01-27 19:47:57

2012’nin ilk yarısında en fazla gelir getiren aşıları görelim:

Screenshot from 2014-01-27 19:52:34

Screenshot from 2014-01-27 19:53:40

Gelişmekte olan ülkelerdeki yeni trend‘in aşı satışlarındaki etkisini incelemişler; daha aktif pazarlama sağlanan ülkeler arasında Türkiye‘nin adını görüyoruz ve bakın tam olarak ne deniyor bu raporda:

“Meksika, Brezilya, TÜRKİYE, Endonezya, Rusya, Çin ve Hindistan ‘çok uluslu şirketler’ [MNC] için en öncelikli konumdadır”!!!

Screenshot from 2014-01-27 20:04:34

[MNC – Multi National Companies]

Türkiye’nin de aralarında buunduğu bu ülkelerde yeni ve innovatif aşılar için geniş çaplı ruhsatlandırma çalışmalarına geçilmiş [yeni su çiçeği, meningokok ve pnömokok aşılarını hatırlayalım lütfen] ve bu ülkelerde ilaç sanayii satış gücü(!) ile çok uluslu şirket temsilcilerinin(!) varlığı arttırılmış, yani “pharma-benzeri modele’e geçilmiş!

Birleşmiş Milletlerin Pazarı UNICEF ve PAHO‘dan soruluyor ve son 10 yılda “spectacular” (muazzam) bir artış yaşandığından söz ediliyor. Ve tabii polio ve kızamık aşılarının ismi geçerken bu artışı sağlayan faktörler arasında kimi görüyoruz bizzat? Elbette elinde aşı enjektörüyle Bill Gates‘i!!

Screenshot from 2014-01-27 20:15:48

Bu noktada Mehtap’ın “aşı firmalarının tek müşterisi devletlerdir” savının yanlışlığını da, BM gibi devletlerüstü kuruluşların aşılama çalışmlarındaki mevcudiyetiyle göstermiş oluyoruz.

Amerika’da ve dünyada bu “iş” nasıl yürüyor, hakikaten Mehtap’ın iddia ettiği gibi ilaç firmaları aşılardan yatırım yapmayı gerektirmeyecek kadar az mı kar ediyor yine bu rapordan görelim:

Screenshot from 2014-01-27 20:23:12

Global ilaç pazarının sadece %2’sini oluşturuyor aşılar, ancak ilaç pazarında yılda %5-7‘lik bir artış görülürlen, aşılarda büyüme hızı yine “spectacular” boyutta: %10-15!

Ve yine, gebelikten başlayıp doğumdan itibaren tutulan aşı bombardımanıyla çocuklarda “spectacular” boyutta artış gösteren başka şeyler görüyoruz; kronik hastalıklar, otoimmün hastalıklar, otizm gibi. Aşılarla yarattıkları hayat boyu tedavi anlamına gelen bu hastalıklar için de elbette yine bu firmaların ilaçlarını kullanıyoruz. “Spectacular” bir iş planı bu hakikaten!

Peki ilaç endüstrisi apolejistliğine soyunan Mehtap ne diyordu bize, hatırlayalım?

“Asagidaki yorumunuzda, ilac firmalari ve kar oranlarindan bahsediyorsunuz. Ona buradan birsey demek istiyorum. Aslinda ilac firmalarinin asilardan hic de kar etmediklerini okuyunca sasiracaksiniz. Bu firmalar daha cok kalp rahatsizliklari, stres gibi ilaclardan zengin oluyorlar. Asi onlar icin en karsiz is. Cunku cok sıkı kontrolden gecmeleri, cok yuksek maliyetli calismalar yapmalari gerekiyor. En iyi musterileri, hatta tek musterileri de devletler. Devletler de pazarlik yaparak, cok ucuza aliyor bu asilari. Isin kotusu bu firmalarin “hayir asi uretmeyecegiz” deme sanslari da yok. Derlerse ellerinden lisanslari aliniyor. Acikcasi yillarca bu “kar” konusmalarina inanmistim ben de. Daha 4-5 ay once tesadufen arastirdim ve gercegi ogrendim. Bu firmalarin kar/zarar raporlari “public”dir. Bakabilirsiniz. Sadece grip asisi ilk ciktiginda kardan bahsedilebilir. Bir de su Prevnar asisini hic gozum tutmuyor. O da zaten yeni bir asi 🙂 Neyse bu da detayli bir konu. “

Mehtap’a DSÖ’nün bu raporunu iyice bir incelemesini öneriyoruz! Yasal kovuşturmaya uğramayacaklarını bildikleri, Amerikan hükümeti tarafından “unavoidably unsafe” kategorisine alınan aşılarının güvenliği için hakikaten ne kadar sıkı çalışmak zorunda kaldıklarını da yazının ilerleyen bölümlerindeki örneklerden göreceğiz.

Tekrar CDC’ye dönecek olursak, 2003’te Amerikan kongresi altkomisyonu 4 aylık bir inceleme yürütüyor ve CDC’nin aşı önerme örüntüsünde bir dizi problemin yanısıra, bu devlet kurumunun danışma kurulunda görevli kişiler ile ilaç endüstrisi arasında oldukça yakın ilişkiler saptıyor.

Aşı danışma kurulunda (ACIP) görevli kişiler ilaç firmaları ile ‘aşı patenti paylaşımı, aşı firmasında hissedar olma, araştırma için alınan ödemeler, aşı deneyi gözlemleme maksadıyla para alma ve çalıştıkları akademilere fon alma’ yoluyla ilişki içindeler.

Ve hatta CDC’nin bizzat aşı işinde olduğunu öğreniyoruz bu soruşturmadan. 1980’de meclisten geçen bir kanunla CDC’nin ilaç firmaları ve bir de üniversite ile aşı veya aşıyla ilgili ürünleri kapsayan tam 28 lisans anlaşması yaptığı, ayrıca devam etmekte olan 8 yeni aşı geliştirme çalışmasına katkıda bulunduğu anlaşılıyor.

CDC’nin SmithKline Beecham [şimdiki adı GSK] firması ile birlikte bizzat geliştirilmesinde rol oynadığı, 1999’da 12 kişilik danışma kurulundan 6‘sının bu firmayla çıkar ilişkisi varken onayladığı(!) ve 18 ay içinde 1.4 milyon kişiye vurulan “lyme disease” (kene ısığına bağlı bir otoimmün hastalık) aşısı 2002 şubatında firma tarafından geri çekiliyor! Firma bu karar için LYMERIX adlı aşının satışının yaptıkları yatırımı karşılamadığı(!) gerekçesini ileri sürüyor.

Peki soruyoruz, Amerika’da bugün 30 milyon kişi olarak açıklanan “lyme disease” hastalığını “önleyecek” bu hayat kurtaran aşıyı yeterince kar etmedikleri gerekçesiyle piyasadan çekmelerine CDC neden izin vermiş?! Halk sağlığı probleminden sayılmıyor mu bu? Hani firmalar öyle canları isteyince aşı üretmiyoruz diyemiyorlardı, halkın sağlığı için(!) çalışıyorlardı? Demek ki neymiş, sadece kar getireceği kesin(!) olan hastalıklar için aşı üretmeye bakılmalıymış!! Halk sağlığı da bir yere kadarmış!

Şimdi işin gerçeğine bakalım, GSK bu aşıyı tam olarak niye çekmiş piyasadan. CDC’nin “uzmanaşı danışma kurulunun, devletin Gıda ve İlaç Dairesi’nin (FDA) “güvenli” ve “etkili” olduğuna dair onay verip ruhsatlandırdığı, CDC ile ortaklaşa çıkarılan bu aşı, piyasaya çıkışından sadece 18 ay gibi bir süre geçmesine rağmen nasıl oluyorsa(!) 640 acil yatışı, 34 hayati tehlike oluşturan reaksiyon, 77 hastane yatışı, 198 sakatlık/özür ve 6 da ölüm bildiriminin gelmesine sebep olmuş VAERS’e! Hani CDC ve FDA’in oluşan aşı yan etkilerin sadece %1 ila %10′unun bildirildiğini ikrar ettiği aşı sonrası istenmeyen etki bildirim sistemi bu. Baktılar fazlasıyla insan öldürüyorlar bu “güvenli” aşılarıyla, olay daha fazla büyümeden çekiveriyorlar aşılarını piyasadan.

Raporda üstelik CDC’nin aşı danışma kurulu tarafından bu şekilde onaylanıp, daha sonra yarattığı sakatlık ve ölümlerden dolayı geri çekilen başka aşıların da olduğunu söylüyor. Bunlardan sanırım en iyi bilineni bebeklerde bağırsak düğümlenmesi ve ölüme yol açtığı gerekçesiyle toplatılan RotaShield aşısı, ki sonra gayet uygun bir şekilde, bizzat aşı danışma kurulu üyesi görevindeyken(!), patentini paylaştığı(!) aşının takvime alındığı Paul Offit‘in güzide rotavirüsü aşısı, RotaTeq Amerika ve global pazarda yerini alıyor.

1998’de Rotashield’e onay veren CDC aşı danışma kurulundaki 8 üyeden 4‘ünün bu aşının farklı versiyonlarını üreten ilaç firmalarıyla finansal bağlantısı var.

Bunlardan Paul Offit’in içinde bulunduğu çıkar çatışması (conflict of interest) daha bariz olamazdı herhalde!

Rotavirüsü aşısını ulusal takvime alan kurulun üyesi ve bir yandan da aşıyı geliştirmek için Merck’ten 350.000 dolar hibe almış, patentin ortağı ve bir de üzerine ülkeyi dolaşıp hekimlere aşıların nasıl zararsız olduğu konusunda eğitim veriyor!

Merck ayrıca, aşı konusunda aşırı üretken bir yazar olan Dr. Paul Offit’in “What Every Parent Should Know About Vaccines” (Aşılar Hakkında Her Ebeveynin Bilmesi Gerekenler) adındaki kitabını topluca satın alıp hem Amerika hem de yurtdışındaki doktorlara dağıtımını sağlıyor! Doktorlara giden kopyaya bir de mektup iliştiriyor Merck, “Merck Aşı Departmanı, ‘What Every Parent Should Know About Vaccines” adlı bu yeni kitabı size ulaştırmış olmaktan memnuniyet duyar.” diye. Mektupta ayrıca şöyle diyor Merck:

“Yazarlar kitabı anne-babaların aşılar hakkındaki çekincelerini ve sorularını yanıtlayacak ve bazen medyada aşılarla ilgili yer alan yanlış bilgileri çürütecek şekilde tasarlanmıştır.”

Yine Mehtap’tan gelsin: “Vay be!” Doktorlara bebeklerinin sağlığı ve güvenliği ile ilgili soracakları sorulara alacakları cevapları ilaç firmasına çalışan bir “doktor” hazırlayıp veriyor!

Kitabın liste fiyatı 14.95 dolar. Acaba kaç kopya satın aldı Merck bu PR kampanyaları için!

Kongre araştırması sırasında ayrıca danışma kurulunun başkanlığını yürüten hekimle ilgili de çıkar çatışması sözkonusu. Darthmouth Tıp Fakültesi’nde profesör, Dr. John Modlin, Merck’ün 26.000 dolarlık hissesinin sahibi.

2003’te Dr Modlin elindeki Merck hisselerini sattığını(!) ama kısa süre önce Merck’ün klinik aşı deneylerini denetlemek üzere kurulan bir komitenin başkanlığını kabul ettiğini(!) belirtiyor!

Mehtap da ne diyordu bize, “çok sıkı denetimlerden geçiyor bu firmalar”! Evet hakikaten, oldukça “sıkı-fıkı” gözüküyor denetimler.

Allah’tan Mehtap Amerika’da yaşamış da bize birinci elden(!) teminatlar veriyor, yoksa biz bu duyduklarımızı nasıl yorumlamamız gerektiğini bilemeyecek, komplo teorilerine inanacaktık!

Aşı Danışma Kurulu (ACIP)’in toplantı tutanakları inceleniyor ve bazı toplantılarda kurulun yarısının aşı üreticileriyle ilişkisi bulunduğu görülüyor.

Örneğin 2002’deki bir toplantıda kuruldaki 11 üyenin 4’ü Wyeth, GlaxoSmithKline, Merck, Pfizer, Aventis Pasteur ve Bayer’le çıkar ilişkisi beyanında bulunuyor! Bu 4 kişiden 2’si aşı araştırmaları/çalışmaları veya aşı deneyleri(!!) yürütüyor, 1 üye de aşı patentine ortak!

Aşılar hakkında karar alıcı merci, Türkiye’deki karar alıcıların ağzına baktığı CDC, nasıl oluyor da böylesi büyük ihlallere göz yumabiliyor? Aynı CDC’nin aşılarla otizm arasındaki bağlantının örtbas edilmesi için sipariş ettiği çalışmaları yürütenlerin de benzer menfaat ilişkileri bulunduğunu biliyoruz. Üstelik CDC kalkıp kendi onayladığı, takvime soktuğu ve mecburi tuttuğu bu “hayat kurtaran” aşıların bizzat otizme yol açtığını kabul ve ikrar edecek değil herhalde?! Suçu işleyen kişi aynı zamanda davadaki hakimse, bu mahkemeden adil bir karar çıkması beklenebilir mi?

“Aşıları biz onayladık takvime aldık, thimerosal’un (cıva) kümülatif etkisini hesaplamadık, otizm oranları bir jenerasyonda %6000 arttı, 5000’den fazla aile tazminat için kapıda bekliyor, şimdi Danimarka’ya, Kanada’ya, İngiltere’ye thimerosal’u araştıran çalışmalar sipariş ettik, baktıık baktıık bu kusurlu(!) sipariş çalışmalara, bir türlü kendimizi suçlu gösterecek kanıt bulamadık?!

Şaşılacak şey hakikaten?!

Ne diyordu Mehtap?

“Nitekim ne cdc’yi savundum ne de en guvenilir bilimsel kaynak olarak gosterdim. . . . Gene de cdc’nin, vaccinetruth.org, vaccinecouncil.org gibi sitelerle kiyaslanmasinin bile mumkun olmadigini dusunuyorum. “

Hakikaten, bu sitelerde yazan doktorların, anne-babaların ne aşı patentleri var, ne ilaç firmalarından hisse sahibi insanlardan oluşuyor. Bence de, “conflict of interest, “confirmation bias” ve bilimsel verilerin tarafsız incelenmesi bakımından kıyas kabul etmezler! Güzel bir tez konusu olur CDC’nin aşı politikalarındaki çıkar çatışmaları, hukuksuzluklar, veri/istatistik çarpıtma yoluyla bilimsel sahtekarlıklar… Amerika’yı gayet iyi bildiği iddiasındaki arkadaşlar bir çalışsın üzerinde bu konunun.

Çıkar çatışması dizisine diğer bir iki örnekle devam edelim…

CDC’nin bir önceki dönem başkanlığını yürütmüş olan Julie Gerberding, görevinden ayrılır ayrılmaz 2010’da MERCK aşı departmanının başına geçiyor.

Kim mi bu Merck? CDC’nin takvime aldığı 17(!) pediyatrik aşıdan 14‘ünü, yetişkinlere önerdiği 10 aşıdan 9‘unu üreten firma!

Bu arada anne-babalar, Amerikan hükümeti ‘ilaç firmaları tazminat ödemek zorunda kalmasınlar’ diye 1986’da yasal olarak “kaçınılmaz olarak güvenli olmayan tıbbi ilaç” kategorisine aldıktan hemen sonra exponantal hızda takvime eklenen bu aşıların gerekliliğini ve güvenliğini sorgularken, Merck’ün bir başka adamı, Offit, aşı danışma kurulundan çıkıp insanlara, endişeye mahal yok, vitaminlerden bile daha güvenlidir bu aşılar, aynı anda bebeğiniz 10.000’ini güvenle olabilir, siz neden bahsediyorsunuz, uzman biziz burada, bizi dinleyeceksiniz, öyle felsefi ret, dini ret filan da yok! diyor. Ne güzel “sistem” ama?!

Tabii bu arada yeni ilaç üretmekte sıkıntıya düşen ve önceki ilaçlarının patentleri de sonlanmakta olan ilaç firmaları canla başla çalışıp birbirinden nadide hastalıklar için ülkelerin ulusal takvimlerine eklenecek birbirinden güvenli(!) aşılar üretmeye ağırlık vermesinler de ne yapsınlar, değil mi? Bunlar da birer şirket sonuçta, kar oranlarını düşünmeleri lazım. Zaten bu aşı patentlerinin süresi ilaçlardaki gibi 20 seneyle de sınırlı değil, bir takvime alabildik mi onyıllarca rahatız demektir. Sadece Amerika’da yılda 4 milyon canlı doğum var, bir düşünün! Hem nasılsa öldürdükleri veya sakat bıraktıkları insanlar doğrudan şirketi dava da edemiyor, neredeyse tam “bağışıklık”ları var tazminat davalarına, hele ki pandemik aşılarda (H1N1/domuz gribi) olduğu gibi ‘mutlak koruma’ sağlamış devlet ve zaten Türkiye gibi bir ülkedeysen bırak tazminatı hiçbir şekilde ispat dahi edemiyorsun aşıdan öldüğünü, sakatlandığını… Ben olsam ben de üretirim bir aşı, hazır global çapta “esir” bir pazara sahipsin, beşikten mezara kadar aşılamazsak herkesi doz doz, büyük hata olur hakikaten. Bir de motif bulmalıyız bu çılgınlığa yalnız, adına “sürü bağışıklığı” der çıkarız işin içinden.

Kendisinden önceki pekçok örneği takip ederek devletten özel sektöre yatay geçişini yapan Gerberding’in karnesine biraz daha yakından bakalım.

2009’da Gerberding’in döneminde CDC’den H1N1 (domuz gribi) “pandemi”siyle ilgili oldukça abartılmış yanlış bilgilendirmeler geldiğine dünya kamuoyu şahit oldu [Mehtap hariç]. CDC, Amerika’daki herkesin bu yeni, yan etkileri test edilmemiş aşıyı olmasını istedi. CDC’nin Amerika’da görüldüğünü iddia ettiği domuz gribi vakalarından örnekler istendiğinde reddetti, bilgiye erişim olanağını engelledi. H1N1 aşılarının bugün artık Narkolepsi‘ye yol açtığı biliniyor; İrlanda, İsveç, Finladiya gibi ülkeler bu aşıları olmuş ve Narkolepsi geçirmiş çocuk ve gençlere tazminat ödemiş durumda.

Peki halkımız, 2009’dan beri mevsimsel grip aşılarının aynı H1N1 virüsünü ihtiva ettiğini biliyor mu? Tahminim, hayır! Amerikan CDC kurumu bu mevsimsel grip aşılarını gebeler ve 6 aylık bebekler de dahil olmak üzere tüm yaş gruplarına her sene alınmak kaydıyla öneriyor. Ve şimdi öğreniyoruz ki, bizim sağlık bakanlığımız da artık bu H1N1 ihtivalı mevsimsel grip aşılarını gebelere önermeye başlayacak.

CDC, Gerberding döneminde H1N1 aşıları dolayısıyla yaşanan düşüklerle ilgili verilere erişimi de engellerken, bir yandan da gebelerin toplumda aşıyı ilk olması gerekenler olduğunda ısrar ediyor. Oysa aşıların ürün bilgisinde aşının gebelerde güvenlik profilinin bilinmediği yazıyor! Ancak aşı uygulamaya giriyor ve aşılama sonrası 3.500’ten fazla düşük yaşanıyor.

Merck’ün şu anda kullanımda olan belki de en tehlikeli aşı GARDASIL‘e gelelim. Yalnız Amerika’da binlerce ağır nörolojik istenmeyen etki ve 100’e yakın da ölüm bildirimi var sicilinde. Oysa CDC ve FDA halen daha bu yan etkileri ciddiye almadan 9 yaşından itibaren kız VE erkek çocuklara önermeye devam ediyor bu aşıyı.

Gerberding’in Amerikan Kongresi’ne sunduğu 2004 tarihli ‘Prevention of Genital Human Papillomavirus Infection’ (İnsan Genital Papilloma Virüsü Enfeksiyonu) başlıklı raporu bu şaibeli aşının onay almasında önemli rol oynuyor. Tabii kendisinin bu çalışmaları gelecekteki işvereni Merck’e milyarlarca dolar karı garantilemiş oluyor.

Gerberding aynı zamanda aşılardaki thimerosal adlı cıva türevinin de yılmaz savunucularından. Cıvayla ilgili tartışmaların en yoğun olduğu kendi döneminde aşılar ve otizm arasındaki bağlantıyı ısrarla reddetmesiyle ünlü.

Belli ki Gerberding’in ajandasında aşı güvenliği üst sırada yer almıyor. Bu durumda Merck’ün de aşı departmanının başına neden kendisini tercih ettiği daha anlaşılır hale geliyordur herhalde.

Amerika’da sadece CDC ve FDA değil tabii endüstrinin yatağını ısıtan. Mehtap’ın bahsettiği şu “dağ gibi” bilimsel çalışmaların çoğu Sağlık Bakanlığına bağlı Ulusal Sağlık Enstitüsü‘nden [National Institutes of Health) çıkıyor. Sonra bakıyorsunuz, eski USE başkanı da ilaç firmasına kaçıveriyor.

Eski USE başkanı Elias Zerhouni şimdi Sanofi-Aventis‘in araştırma laboratuvarlarının müdürü.

Sanofi’nin websitesinden kendisinin ihtişamlı kariyeri hakkında bilgi alalım:

Cezayir asıllı hekim John Hopkins Üniversitesi’nde Radyoloji ve Biyomedikal Mühendislik profesörü ve üstdüzey danışmanlık hizmeti veriyor hastaneye. 2002-2008 arasında Amerikan Ulusal Sağlık Enstitüsü’nde başkanlık görevini yürütmüş. 200 yayını var, 8 adet patent sahibi ve 5 ticari şirketin kurucusu. Dr Zerhouni, Bill and Melinda Gates Vakfı‘nın Global Sağlık Programı‘nın da yöneticilerinden.

Forbes Magazine dergisinde de belirtildiği gibi doktorumuz şaibe ve çıkar çatışması konularına hiç yabancı değil.

2003’te kendi yönetimi altındaken USE oldukça ağır suçlamalara maruz kalıyor; kurumun bünyesindeki yüzlerce bilimadamının ilaç ve sağlık endüstrisiyle finansal ilişkisi olduğu ortaya çıkıyor.

USE’nin 2004’te yayınladığı bir makaleye göre USE’deki kurallar ve denetim öylesine gevşek ki bünyesindeki 100’ün üzerinde bilimadamının endüstriyle bağlantılı çalışmaları için başvuruları onaylanmış.

Bunlardan birinde mesela, akademisyen bir bilimadamının finansal bağı olduğu bir terapi yönteminden bir kişi hayatını kaybetmiş.

Ancak Zerhouni tüm bunlara rağmen kongreyi, USE’de çalışanların dışarıya iş yapmalarını yasaklamamaları konusunda ikna etmeyi başarmış, çıkar çatışmasıyla ilgili kısıtlamalar sadece üst düzey yöntecilere uygun görülmüş.

Dünyanın en önde gelen araştırma merkezlerinden birinden bahsediyoruz burada. Hayati önem taşıyan konularda yapılacak tüm araştırma-geliştirme çalışmalarına fon sağlayan kuruluştan ve endüstriyle ensest ilişkisinden. Aşılar da dahil olmak üzere endüstrinin çıkarına ters düşecek “gerçek” bilimsel araştırmaların neden yapılmadığnı, doğruyu yapmak isteyen araştırmacıların neden fon alamadığını zannediyorsam daha iyi anlıyoruzdur artık.

Amerikan devleti ve ilaç sanayii arasındaki ilişkilere birkaç örnek daha:

Amerikan Kanser Cemiyeti (American Cancer Society), hem mamografi ekipmanı üreticileri hem de kanser ilacı üreten firmalarla yakın finansal ilişki içinde. Diğer çıkar çatışması yaratacak ilişkileri arasında pestisit, petrokimya, biyoteknoloji, kozmetik ve junk food endüstrileri ile bağlar ve aldıkları finansal destek sayılabilir. Bir dakika! Ürünleri kansere neden olan endüstirilerin ta kendisi değil mi bunlar?!

İlaç şirketleri ilaçlarını onaylatmak için FDA (Amerikan Gıda ve İlaç Dairesi)’ne milyon dolarlık ödemelerde bulunuyor. FDA çalışanları elbette bu tip bir sıcak para akışının daha yüksek maaş anlamına geleceğinin ve kurumlarının bütçesinin yüzünün güleceğinin farkında. Yeri gelmişken, örneğin FDA’in bölüm şeflerinden Margaret Hamburg‘un önceki görevinin Amerika’nın en büyük amalgam dolgu üreticisi, Henry Schein, Inc olduğunu belirtelim.

Ne diyorduk bu tarz ilişkiler ağına Amerika’daki, ‘revolving-door policy’ mi? Devlet ve endüstri arasındaki koca bir döner kapı var. Mehtap daha iyi bilir tabii ancak şu araştırmadan FDA ve MONSANTO [hani Bill Gates’in de hissedarı olduğu] arasında fırıldak gibi dönen kapıya dair oldukça çarpıcı bilgilere ulaşabilir.

Kitle aşılama programlarının mimarisine baktığımızda tabii buradaki altyapının da bu tarz çıkar ilişkilerinden geçilmediğini görüyoruz, zira aşı konusunda karar alıcı konumdaki kişiler aynı zamanda hem aşıların promosyonundan hem de güvenlik kontrolünden sorumlu.

Aşı endüstrisi, Amerikan Pediyatri Akademisi (American Academy of Pediatrics / AAPS)’ın sponsorluğunda gerçekleştirilen konferanslar, bilimsel çalışmalara verilen fonlar ve tıbbi eğitim derslerine milyonlar yatırıyor. Hatta akademinin merkez binasının inşasında da esirgememişler yardımlarını.

Başkan Obama’nın ABD Ulusal Güvenlik Bakanlığı için adayı, devlete şarbon aşıları ve biyo-savunma araştırmaları için daha fazla para ayrılması yönünde lobi faaliyetlerinde bulunan bir ilaç firmasının başdanışmanlığı yapmış Dr. Tara O’Toole’dur mesela.

İlaç firmalarının Amerikan devleti ve bizzat tıp üzerindeki etkisini ve gücünü gösteren daha sayısız örnek var. Amerikan halkı da yavaş yavaş bu bilgilerden haberdar oluyor ve ilaç firmalarının son yıllarda gittikçe artan eleştirilere karşı özellikle internette bu denli büyük dezenformasyon, karalama kampanyalarına yönelmeleri, ismi cismi belirsiz birtakım tetikçilerin her forum alanında boy göstermeleri, Bill Gates’in aşı karşıtı grup tespitine yarayan programlar geliştirmesi boşuna değil elbet. Kaybedecek çok şeyleri var, ancak gerçeklerin ortaya çıkmasını henüz engelleyebilmiş değiller.

Amerika’da CDC, FDA, ACIP ve diğer sağlık kuruluşlarının menfaat ilişkilerini, konuyla ilgili yürürlükteki yasaların ne dediğini daha derinlemesine incelemek isteyenler şu kaynaktan faydalanabilirler.

İNGİLTERE

British Columbia Üniversitesi (UBC), Oftalmoloji Fakültesi, Görsel Bilimler, Deneysel Tıp ve Nörobilim dalında uzman Dr. Chris Shaw ve meslektaşı Dr. Lucija Tomljenovic, İnorganik Biyokimya Dergisi‘nde yayınladıkları bir makalede, devlette çalışan uzmanların aşılarla ilgili tehlikeleri uzun zamandır bildiklerini ortaya çıkarıyor. Yaptıkları incelemelerle, İngiltere’de sağlık bakanlığının aşı komisyonları ve ilaç endüstrisi bağları olan bağımsız tıp ‘uzmanları’nın katıldığı resmi toplantı kayıtlarından yola çıkarak 30 yıllık bir skandalı ortaya çıkarmış oluyorlar.

Bilgiye Erişim Özgürlüğü Yasası kapsamında CDC’den aşıların tehlikeleri ile ilgili bildiklerini ortaya çıkarmak üzere bilgi talep edilmiş bu otizmli evlat sahibi hekim baba tarafından ve kanunen CDC’nin 20 gün içerisinde istenen bilgileri sunması gerekirken talebi yerine getirmemişler ve aradan yaklaşık 7 yıl geçtikten sonra hakim kararıyla CDC 30 Eylül 2011’de talep edilen belgeleri vermek zorunda kalmış. Burada sözü edilen çalışmada da işte bu belgelerden faydalanılmış.

Makale oldukça geniş yankı uyandırıyor dünyada. Hatta BC Üniversitesi konuyla ilgili daha fazla eleştirel düşünebilmesi ve konunun tartışılabilmesi için aşı güvenliği ile ilgili sempozyum düzenliyor. Ancak bu girişime tepki pek hoş olmuyor, üniversite profesörlerinden bir kısmı böyle bir toplantı düzenlenmiş olmasından bile rahatsız oluyor. Aşılara karşı herhangi bir muhalif sese dahi tahammüsüzlük ve çıkacak sesleri bastırma girişimi, aşıların potansiyel tehlikelerini değerlendirmeye alacak kadar dahi açık fikirli olmama ne denli tutucu ve bağnaz bir camiada bilimsel gerçeklere el yordamıyla ulaşmaya çalıştığımızı gösteriyor aslında. Makale yazarlarının araştırmalarının büyük bölümü doğrudan ilaç firmaları sponsorluğunda yürütülmüş çalışmalara dayanıyor. Artık uyanmamız ve gözümüzün önündeki birtakım bağlantıları yapabilmemiz lazım. İşte hakemli dergide yayınlanmış bu makaleden bir alıntı:

Salt “resmi” aşılama programına riayet etsinler diye ebeveynlerden kasıtlı olarak bilgi saklanması, mesleki ahlak kurallarına aykırı davranma veyahut da görevi kötüye kullanma olarak düşünülebilir. İngiltere Sağlık Bakanlığı ve Aşı ve Bağışıklama Ortak Komitesi‘nden elde edilen resmi belgeler, İngiliz sağlık yetkililerinin salt ulusal aşı programını korumak maksadıyla son 30 yıldır bu tip faaliyetlerde bulunduğunu gösteriyor(1).

Bu belgeler aşıların işe yaramadığını ve korusun diye uygulandığı hastalığa bizzat yol açtığını gösteriyor. Bunun yanısıra, devlette çalışan ‘uzman’ların bilgi gizlemeye yönelik faaliyetleri bilimsel sahtecilik kapsamına giriyor. 45 sayfadan oluşan makale 2011 yılında yayınlanıyor ve BSEM bilim konferansında sunumu yapılıyor(2). Bu belgelerde İngiltere’de uygulanan tekli kızamık aşısının yol açtığı SSPE vakalarının devlet tarafından nasıl örtbas edilmeye çalışıldığı anlatılıyor.

Burada sizlere JCVI‘nın (Aşı ve Bağışıklama Ortak Komitesi‘nin) aşıların ağır yan etkileri ve kontraendikasyonlarını gösteren son derece önemli verileri, “sürü bağışıklığı” (toplum bağışıklığı) denilen, ancak ileride açıklanacağı üzere genel yerleşik kanının aksine sağlam bilimsel delillere dayanmayan bir konsept için elzem gördükleri genel aşılanma oranlarına ulaşmak adına gerek anne-babalardan gerekse de sağlık çalışanlarından rutin şekilde gizleme çabalarını ortaya koyan belgeleri göstermek istiyorum. JCVI ve Sağlık Bakanlığı’nın teşvik ettiği bu aşılama politikası sonucu pekçok çocuk, ebeveynlerine, JCVI’nın tamamen bilgisi dahilinde olduğu anlaşılan aşıların kanıtlanmış ağır yan etkilerine dair herhangi bir bilgilendirme yapılmadan aşılanmıştır. Buradan ayrıca anlaşılıyor ki, bu bilgilerin gizlenmesi ile JCVI/SB, aşılanma konusunda bireylerin aydınlatılmış rıza hakkını yok saymıştır. Bunu yaparak, JCVI/Sağlık Bakanlığı aynı zamanda Uluslararası Tıp Etiği Kuralları’nı da çiğnemiştir. – Dr. Lucija Tomljenovic (1)

Dr. Tomljenovic sunumunda ayrıca devletin oluşturduğu bu komitede görev alan üyelerle aşı üreten ilaç firmaları arasındaki bağlantılara dair kanıtlara yer veriyor.

JCVI toplantılarının transkripteri (deşifre metinleri) ayrıca bazı komite üyelerinin ilaç firmaları ile derin ilişki içinde olduğunu ve JCVI’nın sıklıkla aşılama hız ve oranlarını arttırmak üzere üreticilerle birlikte strateji geliştirdiklerini ortaya koyuyor. Bu tip şaibeli konuların tartışıldığı toplantıların kamuoyuna duyurulmaması kaydıyla yapıldığı, toplantı tutanaklarına ancak daha sonra Bilgiye Erişim Özgürlüğü Yasası kapsamında erişilebilmesinden anlaşılıyor. Bu toplantılar ele geçirilen transkriptlerde “gizli ticaret” olarak işaretlenmiş ve metinden birtakım bilgilerin (katılımcıların isimlerinin) silinmiş olması da ortada açık ve çok rahatsızlık verici bir şeffalık sorunu olduğunu gösteriyor. – Dr. Lucija Tomljenovic (1)

Belgelerde ayrıca aşılamaya karşı güçlü kanıtlar ortaya konulduğunda bunların Aşı ve Bağışıklama Ortak Komitesi’nce tamamen göz ardı edildiğini gösteriyor. Dahası komite sürekli olarak bağımsız araştırmaları değerlendirme dışı bırakıp aşılarla ilgili endişeri önemsiz diyerek değerlendirmeye almazken, diğer yandan da aşıların faydalarını şişirdikçe şişiriyor. Ruhsatı nasıl olsa verilir diyerek güvenlik ve etkinliği soru işaretleri taşıyan bir aşının rutin çocuk aşıları programına ne şekilde yerleştireceğine dair oturup plan yapıyorlar. Tüm bunlar JCVI’nın kendi iş ahlakı tüzüğüne aykırı şekilde yapılıyor.

Alternatif medya kaynakları aşılar ve potansiyel tehlikeleri konusunda farkındalık yaratmaya devam ediyorlar. Düzenin bu sorunlu koşullarına rağmen, çok çeşitli kaynaklardan bilginin tamamına yönelik araştırma yürüten tüm biliminsanlarına teşekkür borcumuz var. Bu hekimler ve araştırmacılar sayesinde aşılarla ilgili gerçekler tüm dünyaya yayılmaya devam ediyor.

TÜRKİYE

Peki bizim ülkemizde aşılarla ilgili ‘uzman’larımız ne tür çalışmalar yapıyor, tüm gelişmiş ülkelerde bulunan aşı danışma kurulundan bizde de var mı diye de merak etmiş olabilirsiniz. Evet var, Sağlık Bakanlığı bünyesinde 28 Ekim 2005 tarihinde kurulmuş ve o günden bu yana da düzenli olarak 2 senede bir İstanbul ve Ankara’da Ulusal Aşı Sempozyumları düzenleyen bir Aşı Çalışma Grubu var Türkiye’de. En son sempozyum 25-29 Eylül 2013 tarihleri arasında Sheraton Hotel & Convention Center’da yapıldı. Bu sempozyumlarda ise sunumları ağırlıklı olarak dünya devi İlaç/aşı firmaları yapıyor?!

Peki kimler yer alıyor bu grupta, ilaç firmaları ile herhangi bir bağlantıları var mı diye merak ediyoruz? Kendi açıklamalarına göre bu grupta konusunda uzman profesörler, doktorlar ve eczacılar var. Peki ama aralarında dünya devi ilaç ve aşı firmalarının temsilcilerinin tam olarak ne işi var? İngiltere ve Amerika başta olmak üzere FDA, CDC ve Dünya Sağlık Örgütü’nde dahi ayyuka çıkmış, devlet bürokrasisi ve ilaç endüstrisi arasındaki maddi çıkar ilişkisi, tıp etiğine aykırı uygulamalarda bulunan kamu sağlığı yetkililerinin bizde de bir karşılığı var mıdır acaba? Hangi aşıların ulusal aşı takvimine alınacağına ülkemizde karar veren bu kurulun üyelerinin ilaç firmaları ile herhangi bir maddi ilişki içinde olup olmadıklarını, katıldıkları toplantılardan herhangi bir konuşma üzreti alıp almadıkları, bilimsel araştırmalarının yine bu firmalar tarafından maddi olarak desteklenip desteklenmediğini en kısa zamanda resmi olarak açıklamaları gerekir.

Türkiye aşı çalışma kurulu üyelerinin listesini buradan görebilirsiniz. Ancak tanıtımlarında vurgu yapmamış olmalarına rağmen, 18 kişilik grupta görev yapan(!) tam 6 ilaç firması temsilcisi var:

  1. Dr. Tamer PEHLİVAN – Sanofi Pasteur Orta Doğu ve Kuzey Afrika Bölgesi Tıp Direktörü – Hacettepe Üniversitesi mezunu
  2. Dr. Hamza ÖZDEMİR – Merck Sharp Dohme İlaçları Ltd. Şti. Aşılardan Sorumlu Medikal Müdür – Daha önce görev yaptığı yerler Keymen İlaç ve Sağlık Bakanlığı – Hacettepe Üniversitesi mezunu
  3. Ümit Yusuf KARAGÖZ – GlaxoSmithKline, Pazarlama Müdürü
  4. Egemen Özbilgili – Pfizer İlaçları Ltd.Şti. [Burada belirtilmemiş ancak kendisi Genel Cerrahi Uzmanı; aşılarla ilgili ne tür bir katkısı oluyor acaba bu kurulda?!]
  5. Serdar Altınel – Novartis Sağlık, Gıda ve Tarım Ürünleri San. ve Tic. A.Ş. Aşılardan Sorumlu Medikal Müdür
  6. Ecz. Duygu Yılmaz – Keymen İlaç Sanayi ve Ticaret Ltd.Şti. Pazarlama Müdürü

 

 

Screenshot from 2014-01-28 09:41:03

 

 

 

Screenshot from 2014-01-28 09:21:41

 

 

 

 

 

 

 

 

Screenshot from 2014-01-28 09:24:29Screenshot from 2014-01-28 09:35:39

DSÖ’nün raporunda belirtildiği üzere, aşı firmaları için en önemli pazar alanlarından biri olarak kendini gösteren ülkelerden Türkiye’de, hangi aşıların takvime alınacağına karar veren kurulun üyeleri arasında çok uluslu şirket temsilcilerin pazarlama kollarının nasıl aktif rol oynadığı açık. Sağlık Bakanlığımız ve bu komisyonun koordinatörü Prof. Dr. Mehmet Ceyhan bu konuda nasıl bir açıklama yapmak isterler acaba?

 

 

 

 

 

 

 

Screenshot from 2014-01-28 09:41:03